31 Aralık 2015 Perşembe

Yeni yıla bunu okuyarak girerseniz çok bir şey değişmez ama ne yapsanız değişir ki?

Şuraya bir iki şey karalayayım da yılbaşına bloglaya bloglaya gireyim istiyorum. Aslında iki hafta önce bir yazı vardı aklımda. Unuttum ama çok da mühim bir şey olmasa gerek ki unuttum.

Belki bugünden bahsedebilirim biraz.

Öncelikle şu fotoğrafla başlayayım istiyorum.


Geceyarısına doğru okuldan gelen kar sebebiyle perşembe tatil mesajından sonra alarmlarımdan birini kapattım. Sabahleyin de erkenden uyandım. Tatil günleri erken uyanmaya dikkat ederim!

Uzun zamandır ev arkadaşlarımla beraber kahvaltı yapmıyorduk, o yüzden uyanmalarını bekledim. Bu sırada kitap okumaya koyuldum. Sabah saatlerinde kitap okumayı severim çünkü. Bu sırada bugün dışarı çıkmalıyım diye düşündüm. Çünkü karlı havada dışarıda olmayı severim. Nasıl bir adetimse 19 yaşıma kadar hiç kar yağışı görmemiş biri olarak!

Bu havalarda yapılacak ikinci seçenekse benim için mümkün değil çünkü ev, elime kahvemi alıp kar yağışını izleyeyim romantizmine teknik açıdan müsait değil. Neyse ben de önce kahvem bittiği için Eminönü'de, sonra da Boğaziçi'ne geçerim diye düşündüm. Genelde böyle istekler gelir ve bir kısmını uygulamam. Ama neyse ki birazını uyguladım çünkü bazen evden adımımı attığım zaman bütün isteğim kaçar ve geri dönerim!

Bu son cümleyi söyleyince irkiliyorum aslında ama olan şeyden değil, söyleyişimden. Çünkü dün akşam Yeraltından Notlar Oyununu izledim ve sabahleyinde Delilik Ülkesinden Notlar'ı okumaya başladım. Daha açık olmam gerekirse mesele bu Dosto karakterinde insanın kendisinden bulduğu şeyler. Neyse ki N. Sarıbacak'ın kendileri için de aynı şeyin olduğu söylemesiyle içim rahat biraz ve en azından "ne düşündüğünüz umrumda değil" diyecek değilim.

Söylediğim gibi Eminönü'ne gittim ve karda kışta biraz dolaştıktan sonra, okula da, eve de gidebileceğim metroya yöneldim. Sonra da ikisine de gitmek yerine İstiklal'e çıktım. Evet aslında metroya binerken de Şişhane'de ineyim, yukarı yürür, tekrar metroyla giderim diyordum ama Şişhane'de vazgeçip, Taksim'de de o kararımdan vazgeçip indim. (Hayır kararsız falan değilim)

Niyetim İstiklal'de fotoğraf falan çekmekti, zaten dışarı çıkışımda da motivasyonum buydu ama İstiklal'e geç kalmıştım çünkü öğleden sonra bembeyaz kar falan kalmamış her yer çamur olmuştu. Ben de geri dönüp eve geldim.


-----



Bu fotoğraf Göbeklitepe'den. 12 bin yıllık bir yer. Bu fotoğrafta olan şeylerin yanında bence Tanpınar sevenler, en azından Beş Şehir'i okumuş olanlar bu fotoğrafa biraz farklı bakacaktır eminim.

Yalnız bu fotoğrafta başka şeyler de var mesela şunun gibi;

İşte şimdi bir dost lazım,
gözyaşlarımızı toplamaya,
önce ruhunda biriktirip,
sonra gözlerinden bırakmaya

Bu birkaç cümleden öte, mısradan beri metni ne zaman yazdığıma bakmadım hiç. Bazen eksik olan sadece bizi anlayan birinin olması değildir, ama çoğu zaman o da olmaz.

Bu da burada dursun böylece.

Sabahleyin şunu düşünüyordum; Kar yağması işe falan gitmeyen, yani kendisine bir zorluk sebebi olmayan çoğu insanın sevdiği bir şey. Şehir güzelleşiyor falan, her yer bembeyaz ama iki gün sonra ortalık eskisinden daha kötü oluyor, herkes için...

Yani bu nasıl zevklere sahip olduğumuzu anlamamız adına üzerine düşünülebilecek bir şey.

Bu arada Füruğ okumaya başladım. Yılbaşına girmeden bunu bitirirseniz, benim gibi Füruğ okuyarak girebilirsiniz;)

"Kuş ölümlüdür
 Sen uçuşu hatırla"





24 Aralık 2015 Perşembe

Urfa ve Antep'te dört gün

Göbeklitepe
Yıl sonu yaklaşırken bir anda aklımıza esmesiyle iki arkadaş dört günlük bir Şanlıurfa-Gaziantep gezisi yaptık. Aslında sadece hafta sonunda Urfa'ya gidelim diyorduk ama sonucu güzel bir hata sonucu programımız dört güne çıktı ve biz de programa Antep'i de dahil ettik:)

Halfeti



4 günlük programa perşembe günü sabah 6'da uçağa binerek başladık ve pazar gecesi saat 1'de de yeniden İstanbul'daydık. Programın ilk ve son gününü Urfa da, ikinci gününü Urfa/Halfeti ve Antep, üçüncü gününü de Antep'te geçirdik. Açıkçası internette araştırırken gidenlerin genelde arabayla gezdiğini gördük. Bu yüzden planlama ve ulaşım konusunda nasıl zorluklar yaşayacağımızı pek bilmiyorduk ama pek problem de yaşamadık.


Halfeti'de terk edilmiş evlerden birisi

Şanlıurfa

Balıklıgöl

Önce kısaca  programımızı ve ulaşımımızı anlatayım. İlk gün Havaş'la şehir merkezine gidip, dolmuşla Balıklıgöl civarına vardık. Bakırcılar çarşısı, baharatçılar, Balıklıgöl, Urfa Kalesi ve tarihi camiler bu bölgede. İlk gün buraları gezdik ve gecelemek için dolmuşla bir arkadaşımızın üniversite civarındaki evine geçtik. Sonraki gün otogardan köy köy dolaşarak giden bir Halfeti arabasına binerek, Halfeti'ye ulaştık. Dönüş içinse saat, sormayı unuttuk ve biz dönmek istediğimizde aracın gitmiş olduğunu öğrendik, başka da araç yoktu ve otostop yapmaya karar verdik. Neyse ki çok beklemeden 4 km uzaklıktaki Yeni Halfeti'ye giden bir araç geldi ve biz de oradan önce Birecik'e, ardından da Antep'e geçtik. Halfeti'den sonra sanırım 3 saate Antep'teydik. Orada da dolmuşla tarihi bölgeye geçtik ve bir iki yere uğrayıp yine dolmuşla kalacağımız yere geçtik. Üçüncü gün yine aynı bölgeye geldik ve yavaş yavaş istediğimiz yerleri gezmeye başladık. Açıkçası Antep gezimizi beklediğimizden daha erken tamamladık ve sadece Zeugma müzesine dolmuşa binerek gitmemiz gerekti. Ardından aynı günün akşamında yine Urfa'ya döndük ve dördüncü gün sabah Göbeklitepe'ye gittik. Ne yazık ki buraya herhangi bir araç olmadığı için taksiyle gitmek zorundaydık. Taksiciye ilk sorduğunuzda 150 lira tutuyor ama size 120 olur dedi, tabi ki 150 değil 120 tutar. Pazarlık yapıp biz 80 liraya anlaştık ama esnafın dediğine göre 60 liraya da anlaşabilirsiniz. Göbeklitepe'den döndüğümüzde saat 9.30 falandı ve Urfa müzesine girip, ardından da alışverişimizi yapıp, 1.30 gibi Harran arabasına bindik. Saat 3 te oradaydık ve saat 5'te son arabayla geri dönüp Havaş'la havaalanına geçtik.

Şanlıurfa Müzesi'nde Göbeklitepe canlandırması

Göbeklitepe

Zeugma Müzesi
Çingene kızı - Zeugma Müzesi

Gaziantep- Eski Kadın Hamamı

Rotamız böyle şekillendi. Aracımızın olmaması herhangi bir şekilde dezavantaj olmadı. Sadece Göbeklitepe'ye taksiyle gitmemiz gerekti. Harran merkezden  40 kilometre ve otogardan 6 liraya gittik mesela. Toplu ulaşımla gezmek gayet kolay ve hesaplı.

İlk üniversite/İslam Üniversitesi - Harran

Benim için bir yere gitmek, gezmek bir yapılacaklar listesini tamamlamaktan ziyade gidilen yerin atmosferini görmek, insanların gündelik hayatını anlamak ve alışkanlıklarını keşfetmekle anlam kazanıyor. Tabi ki gitmeden neler yapacağımıza dair bir plan, bir gezi listesi oluşturduk ama bunları koşa koşa tamamlamaya çalışmadık.

Şanlıurfa

Göbeklitepe

Genelde gittiğim yerlerde etkilendiğim şeyler, beklentilerimin dışında oluyor. Mesela Urfa'ya gittiğimizde, Balıklıgöl'den, Halfeti'den güzel olmalarına rağmen çok etkilenmiş değildim ama Urfa Kalesine çıkıp da şehri izlediğimde gördüğüm mahalle manzarasını saatlerce izlesem doyamayacak kadar etkilendim. İlk gördüğüm anda üst üste yığılmış, arasında yol bile olmayan gecekondular gördüğümü düşündüm. Biraz daha bakınca fark ettim ki bazı yerlerde düzenli aralıklarda merdivenler ve yatay şekilde yollar var ve bununla birlikte boyanmamış, briket duvarlı, çoğunda çatısı kapanmamış bir üst kat daha olan, önünde Arapça anons sesi gelen satıcı arabası, sokaklarda koşuşan çocuklar ve dağın zirvesine doğru uzanan evler.... Uzaktan acılı bir Urfa türküsü gibi gelseler de, yaklaştıkça komşuluk ilişkilerinin, mahalle kültürünün daha yoğun olduğu yerler olduğu anlaşılıyor ve bu evlerin olduğu alan öyle geniş ki tarihi çarşıların, yapıların olduğu alanda, tarihi bir camiye giderken bir anda bu evlerin arasında olduğumuzu fark ediyoruz ve uzaktan izlediklerimize biraz da içinden tanıklık ediyoruz.

Şanlıurfa

Harran Kubbeli Evleri

İlk üniversite/İslam Üniversitesi - Harran

Göbeklitepe

Urfa'da bulunan tarihi yerler birbirine pek yakın değil. Mesela Halfeti Antep sınırındayken, Harran güneydoğuda, Göbeklitepe kuzeydoğu da, Şuayb Şehri de Harran'a 40 km. 
Yani bu yerler Urfa sınırlarının tamamına yayılmış vaziyette.

Urfa'da bir Arap şehri görünümü var. Oradan ayrılırken bu duygunun yavaş yavaş dışına çıkmaya başlasam da, ilk bakışta bu hava seziliyor. İnsanların kıyafetleri, çehreleri size Urfa'nın demografik yapısı hakkında epey bilgi veriyor. Nüfusun hemen hemen tamamı Türk, Kürt ve Arap kökenli vatandaşlardan oluşuyor ve tabi ki şehre homojen dağılmış değil. Mesela Harran'da Arapça bilmeniz sizin için Türkçe bilmekten daha faydalı olabilir.

Şanlıurfa


Antep'e gelinceyse tarihi yerlerin, hanların, kalenin, binaların hep bir yerde olduğunu görüyoruz. Bunun yanında Antep'in tren yolunun şehri ikiye ayıran bir yönü olduğu dikkat çeken bir şey. Şehrin bir yanı büyükşehir olmanın ibarelerini taşırken, rayların öte yanına geçtiğinizde şehrin bir başka yüzünü görüyorsunuz. 

Bunlarla birlikte Antep'te tarihi çarşıların, hanların olduğu bölge çok iyi korunmuş ve özenilmiş görünüyor. İşletmelerin dekorlarının, dükkanların mimarisinin birbiriyle uyumlu olması ve genelde bölgeye uygun işletmeler olması dikkat çeken bir şey.

Gaziantep sokakları

Gaziantep demirciler çarşısı

Gaziantep

Gaziantep demirciler çarşısı



Antep Urfa'ya göre demografik yapının batıya daha çok yakın olduğu bir şehir. İnsanların giyimi ve şehrin imkanları bunları gösterir cinsten. Urfa'da daha çok geleneksel kıyafetlerin baskın olduğu bir ortam varken Antep'te bu biraz farklı ama Urfa'da insanların sosyo-ekonomik durumları arasındaki farklar çok göze batmazken Antep'te bu aynı değil.

Bunun yanında Antep'te toplumun sosyalleşme imkanlarının bol olduğu da kolayca gözlenebilen bir şey. Nitekim şehrin içindeki mağara gibi yerlerin, eski hanların kafe olarak hizmet vermesi ve bunların dışında benzer mekanların bol olması hemen göze çarpıyor. Urfa'daysa bu ortamlar daha sınırlı sayıda.

Son olarak buralıların damak tadından bahsetmek gerekirse, malumunuz olduğu üzere en çok dikkat çeken şey acıyı da tatlıyı da aşırı kullanmaları. Mesela yemeğe olabildiğince acı koyarken, bir bardak çaya da iki tatlı kaşığı şeker atan insanlar var.

Gaziantep- han/kafe

Gaziantep- mağara/kafe



28 Ekim 2015 Çarşamba

şiir

Ceketimin cebine şiir kitabı sığardı
Yeni bir ufka dalardım her sabah
Ama bir sabah baktığımda
Cebimdeki kitabın arasında
Sigorta kağıdım vardı

indiğimde metrodan
karnıma bir ağrı durdu
kurtarmadı beni sigorta kağıdım
işe geç kalmaktan
ya da yediğim azardan

yırtmaktan şüphe ettiğim kağıdın
lekeleri hala üzerimdeyken
geriye baktım ve
bir umut doğdu herkesin geçmişinden

Sırf adı öyle diye ekim ayı sanırdım
Çocukluk çağımdaki bu saflıktan
Bir harf kalmışsa kalbimde
Yeter, ruhuma saçılan bütün
O kara lekeleri yutmaya
------


gemiler yaklaşır limanlara,
ve bizi almadan dönerler ya,
uzaklarda kalır gözümüz,
ufkun ötesine kaçar hislerimiz.

ne zor şeydir sessizliğimiz,
bütün duygular çarpışır içinde,
haklarımızı ve aşklarımızı,
bakarak anlatırız.

ve o yüzden dünyanın en güzel anıdır,
birbirimize bakışımız.
ve bizi ayırandır asfaltlar,
bakışımıza leke vuran.

umulmaz hicranlar dolar yüreğimize,
ve hiçbir şey konuşulmamışçasına sürer hayat,
bütün çizikleriyle kalbimizin,
gemiler bekleriz limanlarda.

gelirler,
lakin binmeyiz onlara,
çünkü artık bütün dertlerin,
kanadığı yerdir kalbimiz.

24 Ekim 2015 Cumartesi

Bulantı ve başarısız diyaloglar

Aslında bu filmden geçen hafta bahsetmeye niyetlenmiştim ama bugüne kadar sarktı. Filme giderken de pek fazla beklentiyle gitmedim doğrusu. Z. Demirkubuz'un verdiği röportajlardan, çıkan bazı yorumlardan sonra beklentiyi pek yüksek tutmamak gerektiğini düşündüm. Bir önceki filmi Yeraltı'nı beğenmeme rağmen.

Filmi izlerken bu tutumuma rağmen daha kötü olduğunu düşündüm. Çünkü filmde espri, şaka vs. olmamasına rağmen birçok yerde kahkahalar aldı başını gitti. Nedeni şuydu ki, aynı zamanda senaryoyu da yazan Demirkubuz'un diyalogları ya zamanın çok gerisinde kalmıştı ya da inanılmaz "sığ" idi. Yani bütün karakterler beklenmedik bir olay olunca, "bu ne ya şimdi?" diye tepki veriyor. Hatta bir kadın bir ya da iki önceki sahnede belalı sevgilisiyle konuşmuşken, daha sonra kapıya dayananın kim olduğunu tahmin edemeyerek "bu ne ya şimdi?" diyebiliyor.
Filmdeki bütün karakterlerin üslubu neredeyse birbirinin aynısı ve bunlar yer yer gülünecek derecede tutarsız tepkiler veriyorlar.

Bunların yanında,
-nasıl başarılı oluyorsun?
-dersi derste çalışarak.
gibi diyalogları duyunca kimsenin orada ne konuşulduğuyla bir alakası kalmıyor.

Bir filmde geçen diyaloglar onun değerini yansıtmak adına çok önemli. Onlar iyi olmadığı takdirde hikayenin ne olduğu çok da önemli olmuyor. Çünkü kötü diyaloglar izleyicinin hikayeye, anlatılmak istenene odaklanmasını imkansız kılıyor.

20 Ekim 2015 Salı

.ne desem yetmiyor

yeni bir eve taşındım. istanbul un o en sevmediğim semtinde, b*ktan bir daireye sadece yeri iyi diye, kendimizi ikna ede ede bir ton para veriyoruz üç arkadaş. her sabah okula gidiyorum. yıllarca nadiren bindiğim metrobüsü neredeyse ev kadar kullanıyorum.

günlerim okulla ev arasında geçiyor. vaktim çok ama vaktim yok. içimdeki rahatsızlık, bir an beni bırakmıyor ki gönlümce bir şey yapayım. ders çalışmak, kitap okumak dahil. saatlerce boşuna oturup boş boş bakabiliyorum. yoldan gelip geçerken gördüğüm insanları aklımdan çıkaramıyorum. para isteyenler, çöpün kenarına bırakılmış yiyeceği alan, birisi görünce utanan çocuk ya da. aklıma savaşlar geliyor ya da Soma biraz düşününce. ---ne çabuk unutuldu. unutmak ifadesinden tiksiniyorum artık.

saatler geçtikten sonra eve gelişimden, zihnimi başka şeylerle meşgul etme çabam biraz olsun sonuç veriyor. bu sefer eskileri düşünüyorum. küçükken geceleri acıktığımızda, annemle, babamla yumurta kırıp, domatesle yediğimiz günleri hatırlıyorum. maddi durumumuzu hatırlamıyorum ama gelir hesabı yaptığım hiçbir zaman kurduğum hayallerden o zamanlardan aldığım tadı alamıyorum.

yaşadığım devirden utanıyorum, insanların düşüncelerinden, hayata bakışlarından. bunlardan uzun zaman kimseyle konuşmayarak kurtuluyorum. ama bu bir çare değil. çekip gitmek ya da bir şeylerin düzelmesini beklemek mümkün değil. mümkün olan yalnızca bir tavır koymak, ve bu tavrın sürekli, tutarlı olmasını sağlamak. arkasında durmanın, direnmenin, neleri karşına alacağının farkında olarak.

İfade sızısı.

Duygularını ifade edebilmek zor bir iş. Dilin sınırları insanın içindekini dışına yansıtmaya bazen yetmeyebiliyor. Hislerimizin, duygularımızın oluşması için vücudumuza, aklımıza, kalbimize bir şey yapmamız gerekmezken, onları ifade ederken, tek tek isimlendirilmiş, tanımlanmış olmalarıyla yani sistemli bir ifade biçimine aktarabildiğimiz kadarıyla sınırlıyız.


17 Ekim 2015 Cumartesi

Ahmet Haşim Bir Seyahatin Notları



Ahmet Haşim'in Bize Göre ve Bir Seyahatin Notları adlı kitabını okuyorum. Bize Göre adlı bölümü bitirip blogumda yazmıştım. Bir Seyahatin Notları'nı ise şimdi yazıyorum. Bu bölümde Ahmet Haşim'in İkdam Gazetesi'nde yazdığı sırada çıktığı iki aylık tatilin bir nevi günlükleri var. Ahmet Haşim bu yazıların sonunda, bunları kariyi gözeterek yazmadım diyerek yazıları kendine yazdığını belirtiyor. Önce dikkatimi çeken bir kaç alıntıyı paylaşayım. "Bir şehir caddesi gibi her gün binlerce insanın gelip gittiği şu Avrupa yolunda, karilere anlatılacak harikulade şeyler bulmak iddiasında değilim. Öyle olsaydı, şu kötü Avrupa'ya değil, arzın daha bakir bir mıntıkasına gitmenin yolunu araştıracaktım." Bu alıntı ilk yazıdan. Ahmet Haşim, deniz yoluyla Paris'e giderken yazıyor. Deniz yoluyla gidildiği için birden fazla durakta durup, o şehirleri gezme fırsatı da buluyor. Tabi bu aynı zamanda ulaşım süresini de uzatıyor. Yazıları okurken en çok dikkat çeken şeylerden biri, yazarın görüşlerindeki değişim. Gitmeden önce, yolda ve sonrası. Bu üç ayrı süreçte yazarın Paris hakkında ve yolculuğu hakkındaki düşünceleri tamamen değişiyor. Öte yandan Paris'teki yaşam hakkında da ilginç tespitleri var Ahmet Haşim'in. Onlardan biri "Aile kontrolüne bağlı yerli gençler için emsalsiz bir çalışma yeri olan Paris, otelde yatıp kalkan iradesiz yabancı içinse bilakis baş döndürücü bir fuhuş ve rezalet girdabıdır. Birçok memleketlerden bu şehre tahsillerini yapmak için gönderilen gençler, tam bir hazırlık, müthiş bir hüsnüniyet ve hiçbir şeytani iğva ateşiyle erimeyecek deruni bir kuvvetle mücehhez değillerse, ruhlarını ve etlerini bu cehennemi çarkın dişlerine kolayca kaptırırlar." O dönemlerde yoğun olan, eğitim için Fransa'ya gitme olayında birçoklarının düştüğü durumu o zaman özetlemiş Ahmet Haşim. Sonraki yazılarında da, Fransa'da yıllarca gece hayatı yaşayıp sonra burada Fransa'da eğitim gördüm diye geçinenler var deyip, ayrı bir eleştiri yapıyor. Yazılarda Fransa'da edebiyatın son durumundan, günlük hayatın akışından ve insanlarla yaptığı sohbetlerden bahsediyor.

Kadınsız Erkekler ve Hemingway okumak


Kadınsız Erkekler'i okumuştum en son. Bu yazıyı da on dört öyküden oluşan bu kitabın üzerine yazıyorum.

Kadınsız Erkekler Hemingway'in gençlik eserlerinden birisi. İçindeki hikayelerse yazarın daha sonraki eserlerinin habercisi gibi. Sonraki birçok eserinde bu hikayelerden bir şeyler mevcut ve bunlar da kendi hayatından izler taşıyor. Şöyle ki; Birinci Dünya Savaşına gönüllü olarak katılan yazar, daha sonra İspanya İç Savaşına katılmış. Hayvan merakıyla da bilinirken, boğa güreşi tutkunuymuş aynı zamanda. Haliyle hikayelerde de matadorlara ve asker karakterlerine oldukça yer vermiş.

Hemingway'in oluşturduğu karakterler de onlara göre güçlü fakat her insanın yaşadığı duyguların içlerinde barındıran ve bu duyguları bir yerde ortaya çıkan karakterler. Hikayelerin sonuna geldiğinizde çoğu zaman bir eksiklik, bir tamamlanmamışlık hissi uyanıyor. Bunun sebebiyse hikayelere  Hemingway'in net sonlar koymaması. Şahsen en çok sevdiğim şeyse bu. Net bir son koymamak derken, bazen orada biteceğini bile anlamıyorsunuz ama bitiveriyor. Ve sonra o insanlar başka bir yerde yaşıyormuş ve hayatlarına devam ediyorlarmış gibi hissediyorsunuz. Bir hikayeyi nasıl hayatımızın bir köşesine bırakacağının çözümünü Hemingway bu şekilde bulmuş gibi ve bence bu onu okumanın en zevkli taraflarından biri.

9 Eylül 2015 Çarşamba

İnsanlıktan Uzakta (Far From Men)

Far From Men - Fransa (2014)
İnsanlıktan Uzakta adıyla Türkçe'ye çevrilen Far From Men, Albert Camus'nün The Guest adlı hikayesinden uyarlanan ve başrollerini Viggo Mortensen (Daru) ile  Reda Kateb'in (Muhammed) paylaştığı 2014 yapımı bir Fransız filmi.

Hikaye 1954 Cezayir'inde geçmektedir. Muhammed bir suçludur ve Cezayir'deki karışıklıktan dolayı onu bir başka kasabadaki mahkemeye ulaştırması gereken kişi o sırada öğretmenlik yapan eski asker, İspanyol asıllı Fransız Daru'dur. Bu iki karakterin hayata bakışı üzerinden kurgulanan hikayede, fedakarlık ve vicdan filmin ana temasını oluşturmaktadır. Film bu temayı gayet başarılı ve etkileyici bir şekilde işlerken dikkat çeken tek şeyse bunlar değil.

Dönemin Cezayir'ini anlatan, siyasi durumunu da bir miktar gözler önüne seren filmde karakterlere yüklenen özelliklerin oryantalist bir açıdan şekillendirildiği, ilk başta filmin duygusu ve temasını başarılı bir şekilde işlemesinen dolayı dikkat çekmese de biraz düşününce gözden kaçmıyor. Filme öğretmen karakteriyle başlayan Daru'nun medeni, Muhammed karakterinin temsil ettiği toplumunsa tek değerinin töreymiş gibi yansıtılması bu ortama zemin hazırlıyor. Bu durum aslında Muhammed'in içinden çıktığı hayatı yaşayanların o hayatı problemlerine rağmen hiç sorgulamadığını anlatmak için seçilmiş bir özellik, Bu da Muhammed'in, öğretmenin (medeni olanın) gerisinde bir yaşam sürdüğünü kabul etmesi olarak hikayeye yansıyor ve bunun böyle olduğunu filmin final sahnesine doğru net bir şekilde anlıyoruz. Bu durumun da, aslında hikayede yansıtılan toplum demografisinin başarısız bir antropolojik çalışmadan alınmış gibi durduğunu söylemeliyiz.

Bu eleştirinin ardından filmi teknik olarak değerlendirdiğimizde ise, iyi kurgulanmış olduğunu,sekansların abartısız ama etkileyici olduğunu ve Western'e kaçan sahnelerin akıcılığı artırdığını söylemek gerek. Oyuncuların performansları ve duyguların güçlü bir şekilde aktarılması bakımında film yeterince başarılı. Bunların yanında filmin müziklerinden de bahsetmeden geçmek olmaz sanırım, çünkü Nick Cave ve Warren Ellis tarafından yapılan müzikler de filmin değerini bir kat daha artırıyorlar.

Şahsen bir filmi seyir zevki açısından değerlendirirken, içinde geçen aksiyondan ya da finalinde ne olduğundan çok, karakterlerin gücüne ve hikayenin akışına göre değerlendirmeyi daha çok seviyorum ve bu benim film anlayışımı, zevkimi etkileyen önemli bir ayrıntı. Bu açıdan filmi yeterince başarılı ve seyir zevkini yüksek bulduğumu da belirtmeliyim.

23 Ağustos 2015 Pazar

Şili'de Gizlice

-hiçbir çarpıcı ekleme yapmadım ya da anlatımda gösterişçiliğe kaçmadım.
G. Garcia Marquez

Ülkemizde daha çok Yüzyıllık Yalnızlık ve Kırmızı Pazartesi'yle tanınıyor Marquez. 1982'de Nobel alan yazarın şimdilerde birçok eseri kitapçılarda ön raflarda yer buluyor. Şili'de Gizlice- Miguel Littin'in Serüveni'nde ise yazar, diğer kitaplardan farklı olarak tamamen gerçek bir öyküyü, kendi söylediğine göre hiçbir kurgu katmadan, birinci ağızdan okuyucularına kendi üslubuyla aktarıyor.

Miguel Littin 73'te Pinochet'in darbesinin ardından ülkeden kaçan bir yönetmendir. Daha sonraki yıllarda ülkeden kaçanların bir kısmı affedilip, ülkeye girebilecekleri açıklanırken kendisinin adını listede arayan Littin, ardından yayınlanan beş bin kişilik hiçbir zaman giremeyecekler listesinde kendisini bulunca hayal kırıklığı yaşar. Ancak yönetmen burada pes etmez ve diktatörlük yönetimi altındaki Şili'nin durumunu anlatmak için sahte kimlikle -sadece kağıt üzerinde değil fiziksel olarak da- belgesel çekimi için altı haftalığına Şili'ye gider. Bu kimsenin onları fark etmeden birilerinin yurtdışına kaçırılmaya çalışıldığı ajan filmlerinden çok, Pinochet'in burnunun dibine kadar kameraların dolaştırıldığı ve kimsenin gizlenmediği bir hikayedir.

Marquez'in bu kitapta anlattıkları için söylediğiyse Miguel Littin'in bir film çektiğini ama onları anlatırken arkada bir filmin daha olduğunu ve onun büyük bir olasılıkla çekilemeyeceğidir. Yani anlayacağımız şu ki, bu görüntüye aktarılması zor olan filmi Marquez'in kaleminden "izliyoruz". Marquez bu kitabı bir hafta süren ve kasette 18 saat tutan röportajdan çıkarmış. Miguel Littin'in hikayesi Marquez'in deyişiyle yürek burkan ve dokunaklı bir şekilde sonuçlanan bir serüvenin duygusal açıdan yeniden biçimlendirilip sunuluşu.

22 Ağustos 2015 Cumartesi

Deniz Benim Kardeşim

Deniz benim kardeşim'deyince akla Jack Kerouac'ın ilk yazdığı ve aynı zamanda hiçbir zaman basımını göremediği kitabı gelir. Bu kitap 1942'de yayına hazırmış ancak ilk olarak 2011'de basılmış.
Beat kuşağının en önemli temsilcilerinden olan Kerouac'ın en bilinen eseri Türkçe'ye Yolda adıyla çevrilmişti. Özellikle yeraltı edebiyatını sevenler için etkileyici olan Yolda adlı eserinde yazar Amerika'yı her karışında farklı deneyimlerle yıllar boyu nasıl dolaştığını anlatırken, bu serüvenleri, yazarın üslubunu ve yayına girme hikayesini yine aynı zevke sahip birçok insan bilir. Jack Kerouac'ın kitapları konusunda kaderi genelde benzerdir. Yolda da ilk yazıldığında basılmayacak 1957'e kadar 6 yıl kadar bekleyecektir.
Deniz Benim Kardeşim'i okuduktan sonra ise aslında Yolda'nın temelinin 10 yıl önce atılmış olduğunu görüyoruz. Fakat bu kitapta biraz daha farklı insanların hayatlarına giren, biraz daha çevresine odaklanan bir yazar var. Bununla birlikte konu aynı konu, heyecan da aynı heyecan diyebiliriz.
Bu kitapta da kendi yaşamında esinlendiği, karakterleri aynı gerçek yaşantısındaki karakterlerden oluşturduğu, gemi yolculuğunu anlatıyor Jack. 20 yaşında okuluna ara verip Grönland seferine çıkan yazarın buradaki tecrübeleri hikayenin akışını şekillendirirken, yaşam amacını ve hayat hakkındaki diğer sorgulamaları da kitapta önemli yer tutuyor. Üniversiteye ara verip sefere çıkmasını Jack Kerouac şu sözlerle açıklıyor; Savaşmak ya da birilerini öldürmek için değil, kardeşlerimle bir arada olmak için bu yolculuğa çıkıyorum". Sonrasında Amerikan ticaret filosuna katılıyor.
Kitapta geçenleri anlatmak için en iyi sözleriyse yine bir mektubunda kendisi yazıyor; "Bu kitaba, Deniz Benim Dardeşim'e yaşamın tüm tutkularını ve görkemini, tedirginliğini ve huzurunu, heyecanını ve iç sıkıntısını ve arzu, öfke, korku, zafer ve ölümle dolu tüm sabahlarını, öğlenlerini ve gecelerini işleyeceğim." Yazarın neden bu kadar çok kendisini yollara, denizlere vurduğu sorusuysa yine kendisi belirttiği şekilde, dünyayı okuyarak değil yaşayarak tanıma isteğindendir. Yalnız bu sözün benim için bir hakikatten çok yazarın neden bu şekilde yaşadığını anlatmakta olduğunu da belirtmeliyim.

27 Temmuz 2015 Pazartesi

İç ses.

Saat on bir, canım sıkkın. Düşünmeyi bırakayım en iyisi...
Hmm.
Haberlerde görünce aklıma geldi. Şenol Güneş güzel adam bence.
Nereye gitse başarılı olsun isterdim herhalde. Beşiktaş'la başarılı olması güzel olur mesela. Fenerbahçe bile olsa isterdim belki. Ama FB'ye gidecek adam değil bence. Bir şey olduğundan değil, öyle hissediyorum sadece. 
Kime gider deseler Bjk derdim zaten. Güzel adamlar hep Beşiktaşlı. Tarık Tufan mesela. Güzel kızlar FB'li diyorlar. Bir tane biliyorum öyle.
Galatasaraylı diye bilinen? Kimse yok, bir ben. 25 milyon yalnız.
Hmm. Şimdi edebiyat yapıcam diye 25 milyon tek yüreği mi şe'yaptım acaba?
Buradan aykırılık vurgulamak niyetim.
Öyle seviyorum. Yalnızlık pahasına! Sonra biraz koyuyor ama olsun. Bir bu değil. Mesela herkes Ronaldinho diye çıldırırken ben Henry'nin her maçını izler, tartışma oldu mu altta bırakmazdım. Herkes Barça derken ben finalde Arsenal'ı tutmuştum. Messi diyorlarya bence Ronaldo. Maradona derlerken benim için Zidane mesela, adam deyince Cantona.

Şimdi edebiyat yapıcam diye de Galatasaray'ı harcadım ya. Babam da kardeşimle biz mutlu olalım diye Trabzonspor değil Gs kazansın derdi mesela.

4 Temmuz 2015 Cumartesi

bir film listesi


Öncelikle şunu söylemeliyim ki, internette yüzlerce, her türden film listesi mevcut ama ben yine de benim film zevkimi yansıtan filmlerden oluşan kısa bir liste hazırlamak istedim. Filmlerin ortak noktası benim birkaç arkadaşla oturduğum zaman bahsetmekten hoşlandığım, yani bir şekilde bende kalıcı bir zevk bırakmış filmler olmaları. Onun dışında genel olarak ben sinema perdesinin karşısına geçtiğimde ya da ekran başındayken izlediğim şeyin başka bir yerlerde olmuş ya da oluyorlarmış gibi olmasını severim. Yani buradaki filmler gerçeklerle öyle bir ilişki içerisinde oldukları için ve bu gerçekliği belgesel gibi değil de şiirsel bir havayla aktarabildikleri için bu listede oldular.


The Darjeeling Limited

İlk olarak The Darjeeling Limited ile başlamalıyım sanırım. Aslında filmlerin arasında bir sıralama yapmadım ama aklıma ilk gelen bu filmdi. Wes Anderson sanıyorum en sevdiğim yönetmen. Bu da 2007'de gösterime giren filmi. Genelde bu film W.A. severlerin en favori filmi olmuyorlar ama benim için öyle.
TDL, araları pek iyi olmayan üç kardeşin babalarının ölümünde bir yıl sonra birlikte Hindistan'a doğru çıktıkları tren yolculuğunu anlatıyor. Aslında bunlar imdb'de karşınıza çıkan ilk şeyler olduğu için bahsetmeme gerek yok ama yine de söyliyim, başrollerde de Owen Wilson, Adrien Brody, Jason Schwartzman oynuyor. Wes Anderson'un neredeyse bütün filmlerinde aynı oyuncu kadrosu var, aynı kişilerle çalışmayı seviyor ve zamanla bu da bir bağ oluşturuyor sanırım. Bu oyuncular, oyunculuklar, yönetmen ve böyle bir konu bir araya geldiği zaman benim için favori bir film olması da kaçınılmazdı zaten. Ben treni ve yol filmlerini seven birisi olarak, bu filmi her daim baş köşeye koyuyorum. W.A. nın anlatımı, hikayedeki ilerleme ve koyduğum resimde de bir örneği görülebilen sembolik anlamlar benim için bu filmi iyi yapan şeyler.

West Beirut 

West Beirut 75'te başlayan Lübnan iç savaşından bahseden 98'de gösterime girmiş bir film. Konu hakkında az çok okumuşluğunuz ya da bilginiz varsa zaten neden etkileyici olduğunu hemen anlarsınız. Onun dışında filmi iyi yapan şey, Lübnanlılar için aslında Doğu-Batı Beyrut diye bir şeyin olmadığını bilerek ve bunu asıl konu edinerek işlenmesi. Ne kadar filmin adı Batı Beyrut da olsa, bu hikayenin bir çıkış noktası. Yani aslında nasıl o oldu, ya da neden o değil gibi sorularla ismin de başka bir anlamı var. Belgesel kadar kuvvetli bir biçimde gerçeklere değinen ve bunu harika bir hikaye halinde sunan filme ne kadar hayran olunsa ve hem yönetmeni hem de senaristi Ziad Doueri'ye de ne kadar teşekkür edilse az.
Filmin başrolünde oynayan çocuklar da gerçekten alınıp da oraya konmuşlar kadar etkileyici bir performans göstermişler.
Ayrıca bu filmden ve konudan etkilenecek olursanız, West Beirut'la ilişkisi olmayan, ama tarihsel olarak devam filmi niyetine, Incendies'i de izleyebilirsiniz.

Inside Llewyn Davis

Wes Anderson'dan sonra Coen Karderşlerin filmlerini de bir o kadar sevdiğimi söyleyebilirim. Ancak içlerinden Inside LLewin Davis'in bende bıraktığı etki, adından da anlaşılabilir, aklımda bir şarkı gibi duruyor.  2012 yapımı ve burada bahsettiklerim arasında sinemada izlediğim iki filmden birisi. Bu film 60'ların Amerika'sından bir kesiti alıp işte o günler böyleydi diyor. Tabi her anlatının olaya yaklaştığı bir nokta olduğu için, bu da müzik piyasası açısından diyebiliriz. Ama oradan bakınca da müzikle, dramın bir arada bulunduğu bu film bize şarkı gibi geliyor.
Başrolde LLewin Davis'i Oscar Isac oynuyor. Bunun yanında genel olarak sevdiğim filmlere baktığım zaman hep beni başka yerlerde de etkilemiş bir karakter olduğunu görüyorum. Mesela burada da, başrolde olmasa da, Tracks'de de oynayan Adam Driver var. Ayrıca filmde Justin Timberlake, John Goodman da oynuyor. Özellikle John Goodman'ın oynadığı sahneler çok fazla olmamasına rağmen çok değerli, çünkü aslında onlar filmi 60'lardan bir kesit haline getiriyor. Mesela Jack Kerouc'ın kitabı On the Road'u okuduğum sıralarda izlediğim bu filmde, beat kuşağının kurucularından birilerini görünce filme başka bir şekilde tutulmuştum. Burada devreye Johnny Five karakteriyle Neal Cassidy giriyor ve kendimi spoiler vermekten alıkoymak için bunu burada kesiyorum.

Tracks

Film Avustralyalı yazar Robyn Davidson'ın 77'de Avustralya çöllerinde bir köpeği ve birkaç deveyle yaptığı yaklaşık 3000 kilometrelik solo yolculuğu anlatıyor. Filmde de gerçek ismiyle Robyn'i Mia Wasikowska, ve bence çok başarılı bir şekilde, oynuyor. Adam Driver da Robyn'i fotoğraflayan ve dolayısıyla ona maddi destek sağlayan National Geographic fotoğrafçısını oynuyor.
Film Robyn'in yolculuğa çıkma sebebini ve hazırlık sürecini anlatarak başlarken ,yolda gördüğümüz muazzam görüntüler bizi bir yandan da hayal dünyasına çekiyor. Daha önce de söylediğim gibi, yol filmi olması benim için etkileyici bir unsurken, bunun gerçek ve sıra dışı bir hikaye olması da görselliğiyle birlikte beni etkileyen bir başka nokta.
Bu, film-kitap ilişkisi kuvvetli bir film olduğu için belki sonra da kitabını okumak istersiniz ancak, onu ingilizce okumanız gerekebilir. Çünkü kitabın Türkçe çevirisi yok.


Djeca (Çocuklar)

Bu film de bu listedekiler arasında sinemada izlediğim ikinci film. Boşnak yönetmek Aida Begic'in malum savaştan sonra Bosna'da hayatın nasıl devam ettiğine dair bu filmi de bende etkisini kaybetmemiş filmlerden birisi.
Film savaş sırasında yetim kalmış bir kadın olan Rahima'nın bir taraftan çalışmaya, bir taraftan da kardeşini koruyup, gözetmeye çalışmasını anlatıyor. Rahima kardeşini yasadışı işler yapan çocuklardan koruyup, okula göndermeye çalışırken, bu sırada günlük hayatın önlerine çıkardığı engellerle, sıkıntılarla da boğuşmak zorunda kalıyor.
Filmin kamera açıları ve son sahnesiyle birlikte, hikayenin vurgusu ve akışı beni en çok etkileyen noktaları.
Açıkçası birçok dünya sinemasıyla alakalı filme dvd olarak ya da internetten ulaşabilirken, Aida Begic'in filmlerine ulaşamamak üzücü. Yani benim kişisel çabalarım sonuçsuz kaldı. Bu filmi de sanırım Filmekimi'nde izlemiştim.




Seni seviyorum Rio & Havana'da yedi gün

Bu iki film kısa filmlerden oluşan antolojik filmler. Yani şöyle ki, yedi yönetmen Havana hakkında bir günlük filmler çekiyorlar ve sonra bunlar bir araya getirilip Havana'da yedi gün oluyor. Rio için olan da benzer şekilde bir araya getirilmiş filmler. Bu filmler aslında bir üçlemenin iki parçası. Ortak noktaları ise, çekildikleri bölgeyi tanıtan filmler olmaları. Şahsen fikir olarak bu tarz filmleri çok seviyorum. Bunlara benzer ama kısa filmlerden oluşmayan bir başka filmse In Brugge, hikayede devamlılık, ya da başka bir şekilde tek bir senaryo üzerine kurulmuş benzer felsefede bir film olarak da bunu söyleyebilirim. Bahsettiğim iki filmi düşünürken onlar hakkında aklıma gelenler aslında pek de hikayeleri değil, bahsettiğim bu ortak özellikleri. Dolayısıya bunların burada durma sebepleri çok iyi hikayeler ya da eserler olmaktan ziyade, fikir olarak iyi olmaları.

29 Haziran 2015 Pazartesi

Kendimi ait hissettiğim yer


Bence her insanın kendini ait hissettiği bir yer vardır. Aklında olmasa ya da farkında olmasa bile oraya vardığında hissettiği doygunluk ya da oradan ayrıldığında hissettiği eksiklik bunu gösterir. Bu yer illaki bir mekan olmak zorunda da değil, belki de mekan sandığımız yer de zaten bir kişi veya kişilerdir. Bunu insan birlikte olduğu kişilerle anlar. O insanlarla farklı mekanlarda bir arada olduğu zaman. 
Benim kendimi ait hissettiğim yer Antalya ama bunun sebebi muhtemelen ailem. Fakat onlar başka bir şehirde yaşıyor olsaydı, orası için de bunları söyler miydim bilmiyorum. Demek ki burada bir mekan payı da var. 
Şöyle bir düşününce belki de küçük bir yerde yaşamış olsaydık kendimi oraya daha çok bağlı hissedebilirdim. Çünkü mekan daraldıkça insanın o yerle örtüşen özellikleri tümden zıt değilse artabilir. Aslında bunu düşünürken, çevrenin insanı etkilediğini düşününce, mekanın küçülmesi insanı sınırlandıran bir şeydir demek de mümkün, dolayısıyla mekan genişledikçe, insan daha çeşitli bir ortamda kendisini belki de daha iyi bulur. Bu iki durumun da olumlu ve olumsuz yönde etkileri olabiliyorsa, bu hissin kuvvetinde bireyin geçmişinin ve çevreyle ilişkisinin, iletişiminin etkisi belirleyicidir diyebiliriz bence.

Aslında bunlar aklıma memlekete gittiğimde yapmayı sevdiğim şeyleri düşünürken geldi. Yani burada bisiklet, sahil, Kaleiçi falan yazacaktı ama kafamın içinde bunlar döner dururken konu buraya geldi:)