31 Aralık 2016 Cumartesi

2016 biterken

Sanırım bu yıl herkes için zor bir yıl oldu. Halihazırda savaş ortamında bulunan insanlar, mülteciler, doğal afetler yaşayanlar, terör saldırılarına maruz kalanlar. Bunlarla birlikte bir darbe girişimini ve takip eden sancılı dönemi yaşayan/yaşamaya devam eden Türkiye... Sanırım sayacak şey daha çok ama bir anda aklıma gelenler bunlar.

Bu işlerin düzelmesinin yeni yılla, yeni dönemle alakası yok tabi ama herkes için ortak bir yeniden başlangıç noktası olması, toplumsal bir yönünün olması insana bir şeylerin değişebileceği umudunu veriyor. Doğal olarak. Hayatta bireysel olarak sizin için en uygun ya da en ihtiyaç duyulan zaman neyse o zaman yeni bir sayfa açabilirsiniz ama böyle günler, topluca yeni bir sayfa açma imkanımız olan, dolayısıyla toplum olarak, birlikte ele alınması gereken konular hakkında beklentiler oluşturabileceğimiz günleri teşkil ediyor. Dolayısıyla ümit edilir ki, yeni yılda insanların birbirlerini anlamak üzere daha çok çaba sarf ettiği, savaşların ve terörün bitebileceği bir ortamın oluştuğu ve dertlerimizin de en azından hafiflediği bir seneye sayfa açmış oluruz.

Başta da saymış olduğum, herkesçe malum bu sebepler, küçük büyük her şeyi/herkesi etkilediği gibi, benim de umutlarımı, beklentilerimi etkiledi tabi ki. Bu sayfayı her açtığımda hiçbir şey yapmadan kapatmış olmama da sebepti, yapmak istediğim ama hevesimin kaçtığı birçok şeye de. Umuyorum yeni yıl benim de yeni planlar, projeler yapabilecek motivasyonu kendimde bulduğum, güzel bir başlangıç olur.

Bu arada izlediğim filmlerden, dinlediğim müziklerden, okuduğum kitap ve dergilerden ve birkaç blogdan bir şeyler paylaşmak istedim. Zaten bu yazının amacı da biraz buydu.

-Bloglardan takip edip, gördüğüm ve sonra benim de gelecek planlarım arasına giren Van olayından başlayayım önce.

http://www.go-van.com/categories/stories

Daha iyi bloglar da vardı ama bu da durumu anlamak için yeterli. Sanırım Van'ları oda şeklinde döşeyip, uzun yolculuklar yapmak US'de popüler. En azından bana öyle göründü. Bunun teknik ve pratik yönden TR'de ne kadar yapılabileceğini bilemiyorum ama ben kendim için Ege kıyılarından başlayıp, Antalya'nın doğusuna uzanan iki aylık bir deneyimin hayalini kuruyorum.

Buna benzer bir diğer beklentimse bir sahil şehrinde en azından yazlarımı geçirip, istediğim her şafakta denize açılabileceğim mütevazi bir kayığımın olması. 

-İkinci olaraksa, yayına Periscope üzerinden başlamış olan medyascope.tv nin kültür&tarih programı benim için internetin güzel şeylerinden biri oldu. Her iki haftada bir yayınlanan programlara buradan -> kültür&tarih ulaşabilirsiniz, kanalda başka güzel yayınlar da mevcut tabi. Benim kültür&sanat'taki favorimse; 16. yy. akdeniz'inde casusluk

-Bu yıl takip etmeye başladığım iki dergiyse Magma ve Notos. Tabi ki ikincisini uzun yıllardır biliyorsunuzdur ama Magma yeni bir dergi sayılır. Coğrafya ve kültür ağırlıklı, takip edilesi bir dergi.  Notos, dosya konusu ilgimi çektikçe takip ettiğim, malumunuz olduğu üzere bir edebiyat dergisi. Sanırım ondan bahsetmeme gerek yok.

-Kitaplara gelecek olursak, Koç Üni Yayınları'ndan çıkan Floransa ve Bağdat, Doğu'da ve Batı'da Bakışın Tarihi, Albert Hourani'nin History of Arab Peoples ve Yaşar Kemal'in Binboğalar Efsanesi bu yıl elime geçtiğine çok memnun olduğum üç kitap. İlki İbn'ün Heysem'in camera obscura'sından Rönesans'a "bakış" ı inceleyen, bir bilim tarihi kitabı. İkincisiyse benim bir hocamın, Arap tarihi hakkında yazılmış en iyi kitap diye tavsiye etmesinin ardından edindiğim, ilgilisi için çok değerli bir kitap. Üçüncüsü de Türk Edebiyatı'ndan, bu yaşıma kadar okumamış olduğum, Yaşar Kemal'in yazmayı kendisine borç bildiğini belirttiği, Anadolu'da yörük kültürünün akıbeti üzerine yazılmış bir roman.

-Bu yıl en çok dinlediğim parçalardan birkaçını da buraya koyuyorum. Baştan söylemek gerekirse bunların dışında yeni dinlediğim birçok şarkıya dünyadan sesler aracılığıyla ulaştım. Özellikle sonbaharda dinlenecek şarkılar listesi başarılıydı. Buraya yazdıklarım daha çok zamanla seçmiş olduğum, benim zevkime genel olarak uyan eserler.

Eleni Karaindrou'yu Angelopoulos filmleri izlemiş olanlarınız zaten çok dinlemiş olmalı. Çünkü birçok filminde Eleni'nin müzikleri var. Benim en beğendiklerimden biri;



Ve tabi ki buraya bir Feyruz şarkısı da koymalıyım. Kim şu şarkıyı sevmez ki;


Buraya bir de Wes Anderson filmlerinden bir soundtrack gelecek;
*Wes Anderson filmleri izlemeyi ihmal etmeyin;)

Ve son olarak insanı biraz hipnoz eden bir parça koyalım:)



Sanırım bu yazıyı bitirirken de film tavsiyesi yerine şu yazıyı koyabilirim;
https://frenkyemisi.blogspot.com.tr/2016/01/muzik-dans-cingeneler-ve-tony-gatlif.html


Umarım güzel hayaller kurduğunuz, güzel hayallerinizin gerçekleştiği ve noksansız herkes için hayırlı gelişmelerin olduğu zamana açılan bir yıl olur. 

6 Kasım 2016 Pazar

Muhammed: Allah'ın Elçisi filmi

Mecidi’nin filminin Türkiye’de vizyona girmesi epey vakit aldı. Vizyona girdiğinden beri de çoğunlukla Sünni kaynaklara uygun olup olmadığıyla alakalı olarak tartışılmaya devam ediliyor. 
Filmi izleme fırsatı bulana kadar bu tartışmalara mümkün olduğunca kulağımı tıkamaya çalıştım. Muhtemelen sonrasında da bu eleştirilerin çok kâle alacağım eleştiriler olmayacağını düşünüyordum. Çünkü Türkiye’de üreten insanlara karşı alınan tavır genellikle yapıcı olmaktan uzak. Mesela bir Türk filmi ya da yabancı film için; toplumumuzu şöyle yansıtıyor, bize bunu demek istiyor deyip art niyet aramalar, taraf almalar gani.
Bu konuyu geçip filme geliyorum. 
İlk önce şunu belirtmem gerekir ki Mecidi gerçekten büyük çaba sarf etmiş ve büyük bir iş ortaya koymaya çalışmış. Eleştirirken bunları görmezden gelmek haksızlık olur. Ön çalışmalar, senaryo çalışmaları, film için kurulan aynı zamanda bu gibi çalışmalara ev sahipliği yapabilecek film platosu vs. bunlar epey emek isteyen ve zahmetli şeyler. Bunlar biliniyor ama yine de belirtmem gerekir diye düşündüm.
Ardından filmi izlerken beğenip beğenmememle alakasız olarak aklıma gelen şeylerden birisi şu ki, sinemanın bir kültürü yansıtmadaki önemi çok büyük. Konu ne olursa olsun bir şekilde anlatıcıyı yakalıyorsunuz ve ona dair düşünceleriniz oluyor. Böyle bir filmin İranlı oyuncularla, Farsça çekilmiş olması eminin onlar adına bir gurur kaynağıdır. (Tabi film İran'da da en az Tr'de olduğu kadar hararetli tartışılıyor)
İlk olarak şunu fark ettim ki filmi izlerken konu hakkında ön bilgiye sahip olmakla olmamak arasında çok derin farklılıklar var. Mecidi’nin bunu aşamadığı yerler var ki, bazı yerlerde temel bilgileri koymuş, sebep sonuç ilişkilerini biz kuruyormuşuz gibi oluyor. Bense sinemaya giderken, filmin bunları aşıp, kitaplarda bulamadığımız yerlere doğru da gidebilmesini bekliyordum. O anlamda hayaller-gerçekler durumu oluyor biraz:)
Ayrıca sosyolojik durumdan haberdar oluyor muyuz, evet ancak bunları anlatmaya çalıştığı yerler, bize genellik ifade etmekten ziyade, arada meydana gelen hadiseler gibi görünüyor. Bunun yanında peygamberin kişiliğini aktarmaya çalıştığı sahneler bir ön bilgi olmadan düşününce anlamsızlaşıyor.
Tabi  peygamberin filmde nasıl yer alacağı sadece bu filme ait bir tartışma konusu değilken, Mecidi onu altyazılarla konuşturarak bu problemi aşmaya çalışıyor. Bunun verdiği zorluk sebebiyle de olacak ki, bu kısımlar biraz daha zayıf kalıyor. Bir an sessizlik olması, diyalogların yetersiz kalması. Bu sahnelerde insan hep acaba başka nasıl bu durum aşılabilirdi diye düşünüyor. 
Son eleştirim biraz subjektif mi, yoksa teknik mi emin olamıyorum ama; film yaparken kendi toplumundan daha genel bir kitleye hitap ediyorsan, en azından "anlatıcı" bulunan kısımları, yani doğrudan izleyiciye bir söz söyleyen ve duygu taşıması beklenen konuşmayı kurgularken o dili bilmeyenlere de dinletmek gerekir bence. Çünkü kendi dilinde o duyguyu yükleyen sesin aktarmaya çalıştığı his dışarıdan aynı şekilde algılanamayabilir. Benim de, Farsça güzel bir dil olmasına rağmen filmin başında sese takılmış olmam dikkatimi çekmişti. 

26 Ekim 2016 Çarşamba

Bir film, bir konser

Geçen hafta bu ay planlarım arasında olan iki etkinliğe katıldım ve bunlar hakkındaki düşüncelerimi yazmak istedim. Çarşamba günü Akbank Caz Festivali kapsamında "Amr el Saffar ve Two Rivers" konserine gittim ve cumartesi günü de Fatih Akın'ın Elveda Berlin filmini izledim.

İlk olarak şunu söylemeliyim ki burada tam anlamıyla bir film eleştirisi gibi bir şey yazmaktan ziyade izlediğim bir film hakkında düşüncelerimi yazmaya çalışıyorum. Yani biraz daha basit ve kapsamsız yazdığım için filmin hikayesinden çok fazla bahsetmiyorum. "aman dur, spoiler" falan diyecekler için. Dolayısıyla bu yazıyı da biraz öyle değerlendirebilirsiniz.


Elveda Berlin

Filmin afişi çok güzel değil mi? Renk tonları...
Film problemli bir aileye sahip ve arkadaşları tarafından pek fark edilmeyen bir öğrenci olan Maik'in sınıfa yeni gelen ve herkesin iletişim kurmaktan kaçındığı Tschik'le arkadaşlık -ve bence büyüme- zamanlarını hikayelendiriyor. Arkadaşlıkları için gelişen koşulların onları izlemesi keyifli bir yolculuğa çıkardığı filmin zayıf yönleri de dikkatten kaçmıyor. Neyse ki ilerleyen hikayeyle birlikte film bunların görmezden gelinebileceği bir akıcılığa kavuşuyor.

Son zamanlarda şöyle suya sabuna dokunmayan, okuduktan/dinledikten/izledikten sonra aman bir de bu dert var demediğim pek bir şeylerle karşılaşmışlığım yok doğrusu, muhtemelen karşılaşmışlığımız. Fatih Akın'ın Wolfgang Herndorf'un Elveda Berlin isimli kitabından uyarladığı bu film de hiç bir şeye dokunmuyor değil ama en azından hoşunuza gidebilecek bir biçimde dokunuyor. Ayrılırken yüzünüz gülüyor. --> şöyle bir diyalogdu herhalde; "Görünmüyorsun Maik, kendini göstermen lazım."

Bir yol filmi olarak beni şaşırtmasını beklediğim bir hikaye peşinde değildim zaten. Dolayısıyla beklenmedik, orijinal hadiselerden ziyade bu hikayenin nasıl işlendiği ilgilendiriyordu beni. Filmin ilk on beş dakikasında hayal kırıklığına uğradığımı düşünmüştüm doğrusu. Ses kurgusu çok rahatsız ediciydi ve  bu aradaki diyaloglardan, klişelere ve kamera açılarına kadar birçok olumsuz ayrıntı dikkat dağıtıcıydı ancak daha sonra film toparladı ve sona kadar iyi biçimde geldi. Birbirine hiç benzemeyen karakterlerin kurduğu ilişkiyi, bu süreçteki olgunlaşmayı takip ettiğimiz ve yer yer de görsel şölenlerle karşılaştığımız kısımlar beklendik ama filmin duygulara doğrudan nüfuz ettiği dakikalardı. Dolayısıyla izlemeye değen bir filmdi ancak Fatih Akın'ın daha önce izlediğim filmlerinden de biraz uzaktı.

*Filmi Boğaziçi Üni'deki sinema salonunda seansları hâlâ devam ederken izleyebilirsiniz.


Amir el Saffar ve Two Rivers

Festivalin en sevdiğim sloganı buydu.
Caz müzik konusundaki bilgimin çok fazla olmadığını önden belirtmem gerekir. Dolayısıyla bu festivaldeki çoğu sanatçıyı önceden tanımadığımı da. Bildiğim, biraz dinlediğim iki kişi dışındakiler hakkındaki bilgim Youtube temelli:) Bu iki kişinin de konserine sadece ön taraf biletleri kalmış olduğu için internetten dinlerken beğendiğim birkaç kişi arasından zaman, mekan diyerek elerken kalan son kişi olan Amir el Saffar'ın 19 ekimdeki konserine biletimi aldım. 
Doğrusunu söylemek gerekirse açılış tam bir hayal kırıklığıydı. Adeta bir ses cümbüşü. Sanki bütün enstrümanlar ayrı ayrı kendisini tanıtıyordu ama hiçbiri diğerinin varlığından haberdar değildi. Açılış faslını geçtikten sonra bu durum biraz düzeldi. Aslında böyle bir giriş biraz doğal ama bunu olumsuz yapan ayrıntı daha genel bir problemdi. Amir el Saffar'ın yaptığı müzik biraz daha oryantal tınıya sahip ve haliyle kulağa daha yumuşak gelirken orkestranın güçlü sesi ikili arasında bir uyumsuzluk oluşturuyordu. Özellikle saksafonun dominant melodisi diğerleriyle uyumdan uzaktı ancak bunu orkestranın kendi arasında çözmüş olması ilerleyen parçalarda seslerin daha uyumlu olduğu bir müzik dinlememizi sağladı. Sonuç olarak caz müzikte yenilikçi olarak bilinen bir sanatçıyı tanımış olmak benim için geceyi güzel kılan bir ayrıntı oldu.



Not: Bu arada bence uzun uzun bir şey yazmaya değmeyeceği için şöyle bir not olarak belirteyim. İstanbul Cofee Fest sanırım katıldığım en balon festivaldi. Kahveseverler için hazırlanmış bir festival görünümünde ancak yeni başlayanlara hitap eden seviyede bir organizasyondu bence. Orada tanıtılan bütün kahveleri de, yapımlarını da biliyordum. Ayrıca Kronotrop diye bir kahvecinin baristası beni görmezden geldi. Bunun gibi terbiyesizlikler de gözden kaçmadı. 

21 Ekim 2016 Cuma

Yine konuyu dağıttım ama;
Hayat hikayelerini okumayı, dinlemeyi, izlemeyi severim. Sinema zevkim de daha çok buna dayalı. Sıradan ya da basit olanı sinemaya aktarmak sıradan bir iş olmuyor. Aksine onu yakalayabilmek, bir anlam yakalamak ve hikayelendirebilmek ayrı bir değer ifade ediyor. Aida Begic'in Çocuklar filmi, yedi kısa filmden oluşan Havana'da Yedi Gün, The Darjeeling Limited ya da Yaşamın Kıyısında benim sevdiğim örnekler.
Bunların yanında West Beirut ya da Inside Llewin Davis gibi bir dönemi ele alan filmlerden de benzer şekilde zevk aldığımı söylemeliyim,

7 Ekim 2016 Cuma

Ekim'de İstanbul

Bu ülkede en sevdiğim şehrin Antalya olduğu beni biraz tanıyan herkesin malumudur. Yazıyla, kışıyla, bilhassa nisan ve eylül aylarıyla. Yıllardır vaktimin büyük çoğunluğunu geçirdiğim İstanbul'a da duygusal bir bağlılık hissetmememin sebebi bu alakayı bütünüyle Antalya'ya vakfetmiş olmam olabilir. Ancak geçen yılların ardından (e artık epey yıl geçti) geriye dönüp baktığımda da, burada ekim ayının benim için hep ayrı bir telaşla, tebessüm içinde geçtiğini anımsıyorum. Belki her seferinde yeni bir döneme, başka yeniliklere başlıyor olmamın etkisi vardı. Ancak şu da var ki, buraya has olan, burayı İstanbul yapan şeyleri bu konuda göz ardı edemem.

Yeryüzünün her karışı sanatçıya ilham olabilse de, sanat eserinin bizlerle buluştuğu yerler genellikle sınırlı. İstanbul'un bununla buluşabildiğimiz yerlerden biri olması da burayı benim için önemli kılan sebeplerden biri. Bana daha çok hitap eden, Filmekimi, caz festivali, kahve festivali ve ekimde gerçekleşen diğer etkinliklerse benim için senenin bu vaktini öne çıkaran şeylerden.


Uzun zamandır her sene ekim ayı dolu dolu, hareketli geçen bir ay olarak geride kalırken, bu sene ekim ayı listemde olanlarsa şöyle;

Filmekimi İstanbul'a geldim geleli neredeyse her sene birkaç film izlediğim, her seferinde de tadı damağımda kalan festival. Türkiye'de genellikle gösterime girmeyen, hatta bazılarını daha sonra internette (Amazon'dan, Ebay'den bahsediyorum:)) ) bile bulamadığınız filmler ya da bazı ülkelerin Oscar adayı filmleri burada izleyiciyle buluşuyor. Bu yıl bilet aldığım filmlerse; Satıcı, Sieranevada ve Olli Maki'nin En Mutlu Günü.

Geçen yıl ilki Haydarpaşa'da düzenlenen İstanbul Coffee Festival'e katılamamıştım ama bu kez orada olmayı planlıyorum. Cuma, 15'te :)

Akbank Caz Festivali'yse 12 Ekim'de başlıyor. Aklımda birkaç konser var ama biletlerimi henüz almadım. Tavsiyelerinizi de değerlendirmek isterim;)

Bunların dışında da izlemek istediğim üç film var; Kalandar Soğuğu (e tabi ki), 30 Eylül'de vizyona girmiş olan Fatih Akın'ın filmi Elveda Berlin ve 28 Ekim'de vizyona girecek olan "Muhammed" (nihayet!).

9 Ağustos 2016 Salı

Petra ve Vadi Rum



Sanırım Ürdün deyince akla ilk gelen yer Petra'dır. Benim de buraya gelmeden önce en çok merak ettiğim yer Petra'ydı ve bayram tatilinde iki günlük bir programa dahil olup, gezme şansını bulduk.

İlk gün sabah erkenden Petra'ya doğru yola çıkıp, ikindiye doğru Vadi Rum'a gidip, orada geceledik. Sonraki günün sabahında Akabe'ye gidip, akşamına da Amman'a döndük. Akabe kısmından bahsetmeyeceğim, zira pek de anlatılacak bir şey yoktu:)

Petra konusu açılınca en çok konuşulan şeyin bilet fiyatı olduğu söylenebilir. Çünkü bir günlük bilet 50 dinar (=~200TL) ve çoğu kişi bu parayı ödemek istemiyor. Ayrıca yerlilerin ve burada okuyan öğrencilerin 1 dinar'a girebiliyor olmaları da bunda etkileyici bir unsur. Ben, saz arkadaşımla;) bu konuda bir tereddüt yaşamadım, nihayetinde burada o kadar para harcadıktan sonra, dünyanın yedi harikasından biri olan Petra'dan sakınmak olmazdı.

Petra





Bilet aldığınız yerden Petra'nın girişine kadar yaklaşık bir on dk. yürüyorsunuz. Ardından yaklaşık bir buçuk kilometrelik, güzel bir kanyondan geçerek Petra'ya giriyorsunuz. İki tarafı yüksek, güneşe göre toprak ve gül rengi alan, üzerlerinde yer yer deve ve aslan işlemeleri, oymaları olan kayaları ve yol boyunca iki yüzünde de devam eden su oluklarını izleyerek, o Indiana Jones'tan da bilinen o en meşhur yere, El-hazne'ye çıkıyorsunuz. 


El-hazne'nin inşa şekli uzun yıllar gizemini korumuştu. Nasıl yapıldığına dair farklı teoriler ortaya atıldıktan sonra, en güçlü kanı yukarıdan başlayarak, aşağıya doğru yapılmış olduğu oldu. Bunu karşısına geçip de, kendisine bakarak hayal etmek, farklı bir duygu cidden.

El-hazne'yi anlamak için buranın biraz yerlilerinden, tarihinden bahsetmek lazım. Petra'nın içindeki El-hazne takriben iki bin yıl önce Nebatiler tarafından inşa edilmiş. M.Ö. 400'den M.S. 106'ya kadar burada yaşadığı düşünülen Nebatiler'in Petra'sı, bir ticaret merkeziymiş. Paganlar, Mısırlılar, Yunanlılar vs. buraya ticaret için gelmişler. Gelen ticaret kervanları bahsettiğim kanyondan geçerek şehre giriyorlarmış. 

Bu durumun El-hazne'nin üzerindeki figürleri de açıkladığını söyleyebiliriz, çünkü üzerinde sadece Nebatilerin tanrılarının değil, Paganların, Yunanlıların ve Rumların da tanrılarının figürleri bulunuyor. Dinen de etkilenmiş olmaları ihtimal dahilinde olsa da, bunun esas sebebinin iyi ticari ilişkilerinin olmasına bağlanıyor.


İki binli yıllara yaklaşırken El-hazne'nin içinde ne olduğu, ne anlama geldiği hala gizemini koruyordu. Mimarisindeki incelik ve hassaslığı dolayısıyla rahatça girilip, araştırılma yapılamıyormuş sanırım ama yakın zaman önce içeride eski krallarının mezarlarının olduğu anlaşılmış.



Tabi, El-hazne Petra'nın tek varlığı değil. Altyapısıyla, çarşısıyla, tiyatrosuyla, bahçeleriyle bir şehir. Devam ettiğiniz zaman karşımıza ilk önce pazar alanı çıkıyor. Buradan farklı yerlere, ibadethaneye, kurban alanına, evlerin olduğu yerlere geçebiliyorsunuz.



İbadethaneye 800 basamaklı bir merdivenden çıkarak ulaşabiliyorsunuz. Kurban alanı da benzer şekilde. İçeride yönlendirici levhalar olmadığı için bir bir yerden çıkmaya başladık ve ulaştığımız yer kurban alanıydı. Petra'ya çok fazla turist geliyor ve içerisi epey kalabalık oluyor ama buraya çıkarken epey sakindi. Yol üstünde hediyelik eşya satan, küçük bedevi çadırlarını görüyorsunuz, şanslıysanız birilerini de musikilerini icra ederken yakalayabiliyorsunuz.


Şehir sadece pazar alanını çevreleyen yerlerden oluşmuyor, epey büyük bir alana kurulmuş. Kurban alanına çıkarken, bir tepeye çıkıyorsunuz ve arkasından inerseniz, bahçelerin de olduğu evleri ve yine farklı amaçlarla kullanılan, kayaların içine yapılmış yerleri görebiliyorsunuz.


İçeride develer ve eşekler dolaşıyor, eğer isterseniz onların üzerinde de bazı yerleri gezebiliyorsunuz. Biz artık çıkmak üzere geri dönerken deveye bindik, benim için bir ilkti. El-hazne'nin önünde inip, son bir kez daha onu izledikten sonra, Petra'dan ayrıldık.




Vadi Rum



Vakit akşama yaklaşırken Vadi Rum'a yeni varmıştık. Burası bir çöl. İnsanlar bedevi hayatını görmek, çöl kumunu görmek ve bir gün vakit geçirmek için buraya geliyorlar. Biz de gün batımından yarım saat kadar önce jiplerle çöle doğru ilerlemeye başladık ve güneş batarken de bir yerde durup, günbatımını izledik. Bu arada Arabistanlı Lawrence filminin çöl sahneleri de burada çekilmiş diye notumu düşeyim.



İnsan çöl deyince buğday sarısı bir kum denizi bekliyor ama burası öyle değil. Zaten büyük kayalar çok sık var ve yer yer de küçük otlar görebiliyorsunuz. Buradaki en güzel anımız gün batımını izlerken beş altı deveyle birlikte kayaların arasından çıkıp gelen bedeviyi gördüğümüz andı. Yanımızdan geçip gidene kadar onları izlemekten kendimizi alamadık (dikkat ederseniz videoda görebilirsiniz).



Benim ilk çöl deneyimimdi ama ona rağmen, organizasyon çok başarılı olmadığı için beklentilerimin altında kaldı. Birincisi biraz geç kalmıştık, araçlarla fazla ilerleyemedik, ikincisi geri  döndüğümüzde ortam çok hoş değildi. Kaldığımız çadırdan, gece yaptıkları eğlenceye kadar sûni olan hiçbir şey güzel değildi. Tabi biz de çıkıp ay ışığında biraz çöle doğru ilerleyip bir iki saat yıldızları izleyerek sohbet ettikten sonra, yatmak üzere geri döndük. 

Doğrusu farklı programlara dahil olup giden arkadaşlarıma sorduğumda genel olarak burası hakkında daha güzel yorumlar dinledim. Dolayısıyla belki farklı bir bir organizasyonla daha güzel bir deneyim de olabilirdi. 

Sonraki sabah erkenden Akabe'ye doğru yola çıkıp, akşama da Amman'a dönerek gezimizi sonlandırdık.



Doğrusu Petra'yı gördükten sonra daha çok sevdik. Gerçekten görülesi bir yer. Oradayken epey etkilenmiştik. Vadi Rum da sonuç olarak güzeldi ama böyle bir şeyi deneyimlemek için çok daha güzel yerler olduğu söyleniyor. 

5 Temmuz 2016 Salı

Ürdün Notları

Ajlun Kalesinden; Arkada silüet haline görülen dağlar Golan Tepeleri

İki gün sonra Ürdün'e gelmemin üzerinden üç hafta geçmiş olacak. Buraya Arapça yaz okulu için geldim. Ürdün Arapça öğrenimi açısından en popüler ülke. Duyduğuma göre eskiden Suriye'ye gidiliyormuş en çok ama bütün dünyanın gözü önünde gerçekleşen ve devam eden malum olaylardan dolayı uzun zamandır Ürdün tercih ediliyor, ardından da Fas.

Buraya gelmeden önceki beklentilerimizle burada bulduğumuz birçok şey iyi ya da kötü bir şekilde farklı çıktı. Öncelikle onu söylemeliyim. Havasından, suyundan, şehir hayatına kadar.

İlk olarak yolculuğumdan bahsedeyim. En ucuz bileti Ukrayna aktarmalı bir hava yolundan bulduğum için, Antalya-İstanbul-Kiev-Amman şeklinde bir rotayla neredeyse iki misli yol katettim:) ama dört arkadaş geldiğimiz için çok sıkıcı bir durum olmadı. Gece yarısına yakın Amman'a indik.

Havanın sıcak olmasını bekliyorduk ama Amman'a
indiğimizde bizi serin bir hava karşıladı.

Ürdün'ün yüz ölçümü çok büyük değil. Yolların çok düzgün olmadığı ama Amman'dan en güneye üç buçuk saat gibi bir sürede gidildiği söyleniyor. Bizim de buraya geldikten sonra gittiğimiz ilk yer kursun gezisiyle yaklaşık bir saat uzaklıktaki Ajlun Kalesi oldu. Bu Selahaddin Eyyubi'nin yaptırdığı bir kaleymiş. Tepede, dört tarafı da açık, çevresini iyi gören bir yer. Rehber bu taraf Irak, bu taraf Filistin derken bulunduğumuz yerden görünmeseler de farklı duygulara kapılmaya başlamıştım ama benim için en etkileyici olanı Golan Tepeleriydi, yani doğrudan görebiliyorduk. Şu arkadaki dağlar Golan Tepeleri dediği sıralarda sanırım buradaki en güzel vaktimi geçiriyordum. Benim burada en çok etkilendiğim şeydi. Uzun uzun izledim. (Yani nasıl bir sebebi olabilir bilemiyorum. Bir coğrafyayı elinin altında hissetmek, buna benzer bağlar kurabilmek, o topraklara basıyor olmak ya da oranın kendine has bir ruhu olması vs. neden bilemiyorum ama )

Ajlun Kalesi
Ajlun Kalesi'nin girişi





















Aynı gün Ürdün yemeklerini de tatma fırsatımız oldu. Biladü'ş-Şam'ın yemek kültürü hemen hemen aynı. Türkiye'de ilk önce Lübnan yemekleri olarak tanımaya başladığımız ama şimdilerde Suriyeli lokantalarının da açılmaya başlamasıyla daha çok yaygınlaşan yemekler yani. Genelde nohuttan yapılan, humus, falafel vb. ve bizim alışık olduğumuz kebap türleri.

Biz Şam derken Suriye'nin başkentini kastediyoruz ama oraya Dimeşk (ing: Damascus) diyorlar. Şam yani Biladü'ş-Şam (Şam Devletleri) Suriye, Lübnan, Ürdün ve Filistin bölgesinden oluşuyor. Bu bölgenin yemekleri ve kültürü aynı. Arapça öğrenirken dil fusha (akademik diyebiliriz) ve ammice (halk arasında konuşulan dil) diye ikiye ayrılıyor. Yani gramer kuralları  vs. fusha ile alakalı, diğeri bulunduğu bölgede, zaman içinde dilin toplum içinde basitleşmesiyle alakalı ve bu her Arap ülkesinde birbirinden farklıyken, Biladü'ş-Şam'da aynı.



Ürdün'de çöl iklimi hakim olduğu için albenili bir doğaya şahitlik edemiyorsunuz. Toprak kuru ve bazı yerlerde havada toz bulutu görmemiz çok olası bir şey. Temizlediğimiz yer birkaç gün geçmeden hiç dokunulmamış gibi oluyor. Bunun yanında altyapı ve su problemleri var. Altyapı çok hassas ve suyu apartman depolarına dolduruyorlar. Tabi böyle şeyler günlük hayattaki alışkanlıkları da ona göre etkiliyor.

Gündüzleri kuru ve çok sıcak olan hava akşamları yerini serinliğe bırakıyor. Onun da etkisiyle Ramazan'da hayat iftardan sonra sahura kadar canlı oluyor. İnsanlar ışıklarla apartmanlarını vs süslüyorlar, o anlamda gayet güzel bir atmosfer var.

Bu ekmeklerden üç-dört tanesi 45 kuruş (=~2TL)
Ya da 25'li krep 50 kuruş. 1Dinar=4TL

Su gibi sıkıntılı meselelerdeyse devlet desteği var. Su sınırlı ama ödenen miktar da sınırlı ve makul. Ekmek için un Amerika'dan geliyor ve devlet desteği olduğu için epey ucuz. Aynı şekilde buradan petrol çıkmamasına rağmen, o da epey ucuz.

Bu konuların dışındaysa ekonomik olarak kendi kendilerine  yetiyorlar sanki, yani farklı devletlerden birçok Arap burada yaşıyor ve şu anda bu coğrafyanın en iyilerinden birisi olduğu söyleniyor. Bunun dışındaysa mülteci problemi yaşıyorlar. Ülke nüfusu 8 milyona yakınken, 500 binden fazlası mülteci, nüfusa oranları epey fazla. Bunun yanında Suriyeli'ler buradaki ilk mülteciler değiller. 68'den beri buraya Filistinli mülteciler de gelmişler. Ürdün'ün gerçek yerlileri nüfusun yüzde otuzunu falan oluşturuyor, yalnız bu oran sadece mültecilerle alakalı değil, burada bulunmaları epey eski tarihlere dayanan nüfusun oranı. Burada nüfusun büyük çoğunluğu bir aşirete mensup ve aşiretler aktifmiş.

Şehir merkezinde, Mescid-i Hüseyin

Turizmin Ürdün'ün önemli gelir kaynaklarından biri olduğu söyleniyor. Birçok şey turist odaklı, hemen hemen her dükkanın adı İngilizce de yazıyor. Aynı zamanda şimdiye kadar gördüğüme ve duyduğuma göre insanlar epey samimi. Doğal olarak İngilizce bilen nüfus oranı da yüksek, mesela taksicinin sizinle İngilizce konuşması çok olası. Aynı zamanda ilkokuldan itibaren tamamen İngilizce eğitim veren okullar mevcut.

Şehir çok büyük gerçekten.
Amman nüfusun yarısını taşıyan bir başkent olduğu için Ankara gibi bir şehirle karşılaştırılabilir. Şehir hayatı bizimkinden epey farklı. Akşam çıkalım, bir yerlerde yürüyüş yapalım gibi bir düşünce ya da buna uygun bir ortam yok. Kendine has bir kimliği olan bir iki cadde var mesela Şeria (Cadde) Rainbow gibi batılı tarzda ama bizim için çok tatmin edici değil.

Amman'da trafik büyük problem
Burada bütün apartmanlar aynı renk, özel bir taşla kaplılar. Bu yasal bir zorunluluk.
Evler ayrı ayrı güzel görünüyorlar ama bütüne bakınca aynı şeyi göremiyorsunuz.

Nargile kafeler dışında, özellikle daha çok gençlere hitap eden pek bir sosyalleşme ortamı göremedik henüz ama bunun yanında en çok dikkatimi çeken şeylerden bir diğeri de semt pazarı diye bir şeyle hiç karşılaşmamış olmam. Sorduğum bir iki kişi de zaten öyle bir şeyin olmadığını söylemişti.

Bu arada hafta bize göre pazar günü başlıyor ve perşembe günü bitiyor. Yani burada p.tesi sendromu yok ;))

Burada ay daha mı yakın ne;)

*Fotoğrafları telefonla çektiğim için, çok kaliteli değil maalesef

Son olarak burada Ramazan ayını 30'a tamamlıyoruz :) Yani bize bugünde Ramazan, yarın bayram:)

Bu duruma dinlediklerime göre yorumum şöyle; Bize göre herhangi bir yerde hilalin görünmesi sonraki günün bayram olması için yeterli, dolayısıyla biz teknolojiye göre değerlendiriyoruz ve 29. günde hilal Güney Amerika'da da görünüyorsa sonraki günün bayram olması için yeterli. Dolayısıyla bu uzun zaman öncesinden bilinebiliyor. Araplarsa kendi bulundukları yerden görünmesine göre bunu belirliyorlar. Bu yüzden bayram 29. günde belli oluyor. yani o gün ikindi vakti hilali gördülerse sonraki gün bayram, göremedilerse sonraki gün oruç, bir sonraki gün bayram oluyor. Ben şahsen bu farklılıkta nasıl bir problem var anlamadım. İkisi de hoş. Bizimkisi teknolojiye riayet ediyor, Araplarınkindeyse bir doğayla iç içelik, asıl referans noktasıyla doğrudan bir bağ var.