27 Haziran 2014 Cuma

Likya Yolu’nda birkaç gün-2

İlk yazıyı okumak için: Likya Yolu’nda birkaç gün-1

Geceleyin ateşimizin başına dönmeden önce komşumuz bize kaçta ayrılacağımızı sorduğunda yedi-sekiz gibi demiştik. Kendisi buna biraz şaşırmış sonra da çocuklarını işaret edip biz öğlene zor çıkarız demişti. Sabah kalktığımızda saat sanırım dokuz civarındaydı ve komşumuz bir şeyler mırıldanarak bizim tarafa gelirken hala ayrılmadığımızı fark etti ve kendisiyle biraz daha konuştuk. Ardından çantalarımızı toplayıp ayrıldık. Doğrusu ilk sabah dışında hep 8-9 gibi kalktık.
       
Kabak Koyu
Normalde bu saatlerde yolda olmayı planlıyorduk ama gün içinde harcadığımız enerjiyi göz önünde bulundurursak bu durum son derece normaldi. Konakladığımız yer Kabak'ın biraz gerisindeydi, dolayısıyla oraya varmamız çok kısa sürdü. Kabak'a vardıktan sonra gördüğümüz manzara harikaydı, biraz izleyip devam ettik çünkü daha çok yolumuz vardı .Kabak'ı geçtikten sonra gördüğümüzse yolumuzun en zor kısmında olduğumuzu açık açık gösteriyordu. Sürekli yokuş çıkmamızın ardından yüzümüzü yıkadığımız çeşmenin başında konuştuğumuz, yakınındaki pansiyonun sahibinin "karşıki dağı görüyor musun? Onun tepesinde bir kulübe var, onu görüyor musun? İşte oraya gidiyorsunuz." deyişiyle derin bir sessizliğe gömülüp yola devam ettik. O dağın tepesine vardığımızda saat akşam sekiz olmak üzereydi ve neyse ki köyü görmüştük.
Bizim olduğumuz dağ ile birlikte uç tarafına ulaşmamız gereken
 dağ, aradaki boşluğu fark edebilen? Buraya kadar çıkmak da
çok kolay değildi.
 Hava kararmasa ya da bir saat daha erken orada olabilseydik, inanılmaz bir manzarası olduğunu tahmin ettiğimiz o dağın ucuna kadar gidip oraya kampımızı kurmayı planlıyorduk. Ancak yolda konuştuğumuz bir köylünün bize o yeşilliklerle kaplı yerin ekin tarlaları olduğunu söylemesiyle, uygun yer bulamama ihtimalini göz önünde bulundurup gitmedik. Köyün bir kenarına doğru geçtik ve güzel bir yere çadırımızı kurduk. Bu arada yolun buraya kadarki kısmı çok yorucu, sürekli yokuş yukarı, hatta bir ara çıktığımızı gerip inip, bir daha çıkmalı ve su kıtlığında geçmişti. Yolun sadece en başı biraz canlıydı hatta pansiyonlara gelip kalan turistlerden bir baba-oğul yukarıdan aşağı dağ bisikleti ile gidiyordu.
Çadırımızı kurduktan sonra, ilk iş sularımızı doldurduk ve yiyecek, içecek bulabileceğimiz köylüleri sormak için köyün imamına gittik. Niyetimiz, köylünün tarlada yetiştirdiği sebzelerden ve kendi sağdığı sütten almaktı. İmamla tanışıp, derdimizi anlattıktan sonra cami cemaatiyle de tanıştık. İmam da cemaate sütü olan biri olup olmadığını sordu, çünkü köyde  hayvanları bağlamadıkları için sütlerini sağmıyorlarmış ve dolayısıyla herkeste süt yokmuş. Olumlu bir cevap gelmedi ve ardından bizi cemaatten birinin evine götürdüler ve bir güzel karnımızı doyurdular. Bence inanılmaz mutluluk verici bir durumdu çünkü, İstanbul'dan üç öğrenci çıkıp, memleketin en güneyindeki dağlardan birinde yolculuk yaparken tanıştığı köylülerle bir anda bu kadar sıcak bir ilişkinin içine girebiliyordu. Bu yüzden benim için bu gezinin en anlamlı kısımları burada geçirdiğimiz akşam ve cuma günü sabahıydı. Her yerde akşam kahvaltısı denen durumun yaygın olup olmadığını bilmiyorum ama bizim oralarda yaygın bir durum. Kekler, kurabiyeler, çökelek, salata, domates, reçel vs. ve çay. Hep beraber oturduk ve sıcak bir muhabbetle vakit geçirdik.
O arada köyün muhtarı ve azaları da geldi. Bu yer dağın en tepesinde olduğu için çok fazla suları yok, suyu kuyulardan motorla çekiyorlar. Burası bizim gittiğimiz yönün en yüksek yeri ancak geride buradan biraz daha yüksek bir yer daha var. Konu önce buraya geldi ve ardından oranın ne kadar güzel olduğundan bahsetmeye başladılar. Ardından yeni gelenlerden biri daha, “yine bir gitmek lazım, görmek lazım” denirken ben oraya ev yapıp, yerleşeceğim dedi. Burada bizim toplumumuzun ilginç bir özelliğinin devreye girdiğini düşündüm. Türkler olarak, yerleşik hayata bir geçmiş pir geçmişiz. Eğer bir yere gidiyorsak, beğeniyorsak oraya ya ev yapılmalı ya da yapma planı yapılmalıdır. Sanki gittiğimiz yere ev yapmazsak bir daha geri dönemeyecekmişçesine göçebe hayata geri döner ve yurdumuzdan olurmuşuzcasına. Tamam biraz abarttım, zaten burası fantezi. Neyse, sonra ev sahibi ve imamla vedalaşıp çadırımıza geri döndük. Burada anlatılacak çook hikaye, çok duygusal şeyler var. Ama acı değil, sadece duygusal. Neyse yine de sizi ağlatmiyim. Çadırımıza geldiğimizde beraber yıldızları izlemeye koyulduk, birlikte türküler okuduk, birbirimizi videoya kaydettik, muhabbet ettik ve sonra yattık. Sabah uyandığımızda camiye sularımızı doldurmaya gittik ve ardından bahçedeki çağlalardan biraz yiyip, imamla vedalaştık. Yolumuzun bundan sonrası hep aşağı doğruydu ama Likyalılar düz yoldan iner miydi? Tabi ki bir iner, bir yokuş çıkarlardı ve bunları yolun en bozuk yerinden yaparlardı. Tabi ki yol derken patikalardan ve hatta bazen olmayan patikalardan bahsediyorum. Çok iyi çözmüşsün Kate Clow deyip devam ederken, sonunda başımıza bir yerde gelmesi gereken geldi ve işaretleri kaybettik. Ardından kaybolmak üzereyken bir çobana denk geldik. Bu aynı gün yaşayacağımız iki yön kaybetme olayından ilkiydi, ikincisi en yorulduğumuz anda ve akşam olmak üzereyken başımıza geldi, beş dakikalık yolu geri dönmek çok koymuştu. Bu arada yol bazen sarp kayalıklardan ve uçurumun dibinden devam etmekteydi. Kayalıkların üzerinde ince bir patika, keskin bir uçurum ve alabildiğine mavi ve yeşil. Buradan devam ederken yolun biraz düzeldiği yerde bir dere gibi bir yer bulduk, çok az su akıyordu fakat o sudan içmek çok tatlıydı. Ayrıca iki dedim ama yolun daha başında bu yola başlarken yani köyden çıkarken de işaretlerin nerede olduğunu bulmamız zaman aldı. Dimdik bir yokuşu inmek zordu lakin, eğer yanlış yoldaysak çıkmak daha zor olacaktı çünkü çantamı bırakıp acaba geride işaret var mı diye bakmaya döndüğümde o kısacık yol için gidip-gelmem yarım saatten fazla sürmüştü. Neyse, burada  geceleyin konakladığımız yer Gey'di ve oradan ayrıldığımızdan beri kaç saat geçmiş ama terk edilmiş olan hariç bir yerleşim yeri görmemiştik. Sonunda öğlen vakti saat iki sularında, güneşin bağrında bir köye susuz ve bitkin girerken karşımızdan gelen çocuk abi çay koyalım mı? bize gelin dedi. O sırada köyün girişindeki camiye gelmiş, çantalarımızı bırakmış ve yüzümüzü yıkıyorduk. Ardından olur deyince çocuk hemen gitti ve biz akan suyun içilip içilmediğini bilmiyorduk. Su küçük bir depodan geliyordu. Biz de durgun ama abdest alındığı için her gün değişiyordur deyip içtik. Arkasından gelen amca da onu içilmediğini söyleyince bunu çok da umursamadık. Çocuğun davet ettiği eve gittiğimizde, bize önce yemek getirdiler, burası önceki gibi değil, bir pansiyondu.  Dolayısıyla çıkarken yemek parası vermemiz gerekiyordu ama onun yerine çocuğa harçlık verdik çünkü kendileri hesabı almadı ve sonra çıktık. Buradan ayrıldığımızda güneş biraz etkisini kaybetmeye başlamıştı. Artık yol toprak yolla devam etmeye başlamıştı ve gittikçe deniz seviyesine doğru yaklaşıyorduk. Saat altı gibi bu günün rotasını tamamlamak üzereydik ama suyumuz bitmişti. Burada bir pansiyon ve otel gördük. Pansiyondan su istedik ve biraz ilerde oturup dinlendik. 
Henüz hava kararmamış, olabildiğince ilerlemeye çalışırken
arkamızda bıraktığımız manzara.
O sırada yanımıza otelde bekçilik yapan aynı zamanda beş-on tane küçükbaş hayvanı olan bir amca geldi. Yarım saat kadar bize içini döktükten sonra yolu sorup vedalaştık. Devam ederken hava kararmaya başlamıştı ve artık çadırımızı kuracak yeri de gözlemeye başlamıştık. Geride kalan üç günde de temel kampçılık kurallarına uymayı becerememiş, çadırımızı kurup yerleşmeyi ancak hava karardığında tamamlayabilmiştik. Zaten ilk gecede, burayı hiç bilmiyoruz gelen olur, giden olur, hayvan gelir vs diyerek nöbetleşe mi uyusak demiş, sonra da amaan hadi yatalım deyip hep beraber uyumuştuk.
Doğrusu burada gördüğümüz buruna gidip çadırımızı kuralım
demiştik ama sonra ilerlemeye karar verdik.
Neyse havanın kararmasına yaklaşık bir kırk dakika kala güzel bir yer bulduk ve odun aramaya başladık. Denizden yüksek ama aynı zamanda dalgaların da duyulduğu bir yerdi. Ateşimizi yaktıktan sonra fark ettik ki karşı tarafta da kocaman bir ateş yakılmış, millet eğleniyordu. Şehrin ışıklarını görmüştük. Aynı zamanda plajı da görüyorduk. Akşam son kalan erzaklarımızı da, sabah için çok az ayırdıktan sonra tüketip, yattık. Buradan sonra Kate Clow'un çizdiği yoldan ayrılıp ayrı bir gün geçirip, geri dönecektik. Bu yüzden artık işaretleri takip etmeyi bırakmıştık ama onlar yine de bizimleydi.

17 Haziran 2014 Salı

Likya Yolu’nda birkaç gün-1

İlk önce Likya Yolu hakkında küçük bir bilgi paylaşıp, ardından anılarımıza geçelim; "Likya Yolu, Türkiye’nin ilk uzun mesafeli yürüyüş yolu olma özelliğine sahip olmakla birlikte 509 km uzunluğundadır. Fethiye’den başlayarak Antalya’ya kadar uzanan ve tarihte Likya olarak adlandırılan Teke yarımadasındaki patikalardan bir kısmının işaretlenip haritalanması ile oluşturulmuş bu yürüyüş rotasıdır. 1992 yılında parkur çalışmalarına başlanılarak 1999 yılında turizme açılmıştır. Günümüzde ise yerli ve yabancı doğa ve yürüyüş tutkunlarına inanılmaz güzellikler sunmaktadır. Tabiatın ve Antik Likya döneminin gizemini biraz olsun yaşayabilmek için Likya yolunda yapılacak keyifli bir yürüyüş, yol üzerindeki turizm amaçlı otel ve pansiyonlar, el değmemiş küçük koylar, fazla insanın yaşamadığı dağ ve ova köylerinden geçerek yolculuğunuzu sürdürürsünüz. Hem günümüzdeki farklı kültürleri tanımış hem de değişik fotoğraflar çekmiş olursunuz. Çeşitli kaynaklarca dünyanın en iyi 10 uzun mesafe yürüyüş rotasından biri olarak gösterilir. Parkurun tamamı işaretlenmiş olup sponsor kuruluşlar ve gönüllüler tarafından bakımı yapılmaktadır. Fethiye’den başlayan yürüyüş yolu üzerindeki bazı antik yerler ise; Sdyma, Pyndai, Phellos, Apelia, Theimussa, Letoon, Xanthos, Patara, Antiphellos, Apollonia, İdyros, Simena, Myra, Limyra, Gagae, Olympos, Sura, Belos, Phaselis ve birçok antik ve yeni yerleşim alanı görmeniz mümkündür. Likya yani Işık Ülkesi günümüz Teke Yarımadasını kapsar. Antalya ilinin batı kesimi, Muğla ilinin güneydoğu ucu. Köyceğiz'den Antalya'ya çekilecek bir çizginin güneyinde kalan kısım Lykia'dır. Batı sınırını Dalaman çayı, doğusunu Phasalis kenti, kuzeyini Akdağ sınırlar.kaynak:likyayolurehberi.com
Sanırım söze şu itirafla başlamalıyım; bu programı daha önce de uygulamayı denemiş ancak hayata geçirememiştim, nasip bu sefereymiş. Böyle bir program nereden esti sorusunun cevabı ise, çocukluğum da saklı. Doğrusu zaten güneyli biri olarak, Likya Yolu'nu daha önceden de duymuşluğum vardı ancak böyle turistik ve bu kadar güzel bir trekking yolu olduğunu bilmiyordum. İlk olarak geçen yıl araştırdığımda gidenlerin anılarına ve fotoğraflarına hayran kalmış ve gitmeyi çok istemiştim ama nasip değilmiş ki gidemedim. Bu yılsa okulun bir haftalık bahar tatilinde ne yapacağımı düşünürken, bir arkadaşıma geçen yıl Likya Yolu’nu yürümeyi planladığımı ama çevremdeki insanların pek bu tarz etkinliklerden hoşlanmadıklarını söylemiştim. Zaten gidebileceğimden de ümitsiz, teklif etmek yerine sadece bahsetmiştim. Gel görelim ki onunla olmadı ama iki başka arkadaşımla gitme kararı aldık. Doğrusu bu süreç benim için çok zor olmuştu ama neyse ki sonunda oldu. İnternetten yaptığım araştırmalara göre herkes sabah uçağıyla ya da otobüsüyle oraya varıp, yürümeye başlıyor ve ilk günün sonunda da kampını kuruyormuş. Ben de buna göre üç günlük bir rota hazırladım ve salı sabahı gidip cumartesi sabahı döneriz diye düşünüyordum. Tabi, bu sadece benim düşüncemdi ve Dalaman’a uçak biletini Pazartesi akşamına aldık. 
Maceramız burada başlıyor. Daha önce kamp yapmamış biri olarak alışverişe birlikte çıktık. Baştan söylemeliyim ki, gezinin maliyetinin yarısından fazlasını uçak bileti oluşturdu. Diğer iki arkadaşımın daha önce kamp tecrübeleri olduğu için malzemeleri hazırdı. Benim için de bir arkadaştan ödünç çanta aldık ve yanımıza iki adet tulum aldık. Bunlara pek ihtiyacımız olmadı ama üstümüze örtü olarak kullandık. Bir kaç parça kıyafetle, birer su ve az miktar erzakla çantalarımızı doldurup yola çıktık. Dalaman’a indiğimizde saat 18:30 civarıydı. Havaş’la Fethiye’ye geçtik. Yolda giderken arkadaşlarım yanlarında oturan adamlarla koyu bir muhabbete girdiler, zaten yol bir saate yakın sürdü. Sonra  o adamlardan biri bizi arabasıyla Ovacık’a kadar bıraktı. Doğrusu, o da geceleyin kampa başlamamıza sıcak bakmamış, hatta bizi ağırlamak istemişti ama biz hamama giren terler diyerek teklifini geri çevirdik ve vedalaştık. Likya Yolu'nun girişine vardığımızda hava kararmıştı. İşin ilginç yanı, daha önce yola hiç gece başlayan birilerini duymamıştım, yolun patika olduğu yere kadar, yaklaşık bir kilometre kadar gece yürüdük. Bu yolu yürümeden önce yolun sol tarafındaki otelin güvenliğine yolu sorduk, o da bize o saatte o yolu yürümekteki kararlılığımızı sorduktan sonra delirip delirmediğimizi sordu ancak bu da bizi kararımızdan döndürmedi. Yine de daha önce görmediğimiz, bilmediğimiz bir yer olduğu için temkinliydik, biraz yürüdükten sonra birkaç çoban köpeğinin bize doğru geldiğini işitince biraz ürktük. Ardından çobana seslendik ve bize yolu gösterdikten sonra köpekleri de bulaşmadı. Yolun patika olduğu yere vardığımızda çadırımızı kurduk ve yattık. Sabah kalktığımızda gördüğümüz manzara bize yolculuğun nasıl geçeceğini anlatır gibiydi. 
Sabah kalktığımızda gördüğümüz manzara. Sağ taraf Ölüdeniz.
Sağ tarafta gördüğümüz yer Ölüdeniz. Yakın olan kısım da yerleşim yerleri.  Biraz manzarayı izleyip, iyice ayıldıktan sonra, bir şeyler yedik ve ardından çantalarımızı topladık, yola koyulduk. Yiyecek planlaması yaparken, rotaların köylerden geçtiğini bildiğimiz için pek su sıkıntısı çekmeyeceğimizi düşünüyorduk ama yemek konusunda çantamıza sadece iki günlük ekmek ve birkaç konserve koymuştuk. Tabi yola çıkınca turistik bir yer haline geldiği için sık sık pansiyon ve evlerinde yeme-içme  hizmeti veren yerlerle karşılaştık. Buralarda ödediğimiz para aldığımız hizmet için çok azdı. İlk gün öğlen oturduğumuz yerde, meyve suyu ve köy kahvaltısına toplamda yirmi lira ödedik, ardından devam ettiğimizde bir köylüden bal satın aldık, sonra bize süt ikram etti ve bir poşette limon verdi ama biz iki tane limon alıp teşekkür edip ayrıldık. Bugün yürüdüğümüz yol biraz yokuştu ama esas tırmanışı sonraki günlerden görecektik. Bugünün rotasında birden fazla köyden geçtik ve yolculuğumuz zor olmadı. Ardından hava kararmak üzereyken Kabak'ın az gerisine vardık ve çadırımızı köyde kurmak istemediğimizden orada kalmaya karar verdik. O sırada beş-on tane koyun güden kadın da bize yer gösterdi ve biraz muhabbet ettik. Çocuklarından, okullarından, oradaki hayattan biraz konuştuktan sonra o ayrıldı. Biz de düzenimizi kurmaya koyulduk. Ulaştığımız yer günün ve kamp yaptığımız yerlerin en güzeliydi. Uçsuz bucaksız mavi ve yeşilin arasında, dağın yamacında kamp kurmuştuk.

Burası kamp kurduğumuz alanın geldiğimiz
 yöne bakan yakası.
Akşam ateşimizi yaktıktan sonra.

           
          Kamp kurduğumuz alanın bir yanına bizden önce Ukrayna’lı bir aile çadırını kurmuş, biz de yamacın diğer tarafa bakan yerine kurduk. Buradaki dizilmiş büyük taşlar ortamımızı çevrilmiş bir bahçeye dönüştürmüştü. Çadırımızı kurduktan sonra Ukraynalı aileyle tanıştık, akşam bizi çaya davet ettiler ve bir saat kadar muhabbet ettik. Kendileri memleketlerinde olan olaylardan dolayı çok üzgünlerdi, Paskalya sebebiyle çocuklarıyla beraber Likya Yolu'nu yürümeye, biraz rahatlamaya gelmişler. Geçen yıl 12 gün rotanın diğer ucundan yürüdük, bu yıl da çocuklarımızla bu tarafından yürüyoruz dediler. 8-10 yaşlarındaki çocuklarla böyle bir yola koyulmak gerçekten cesaret isterdi ve bence bu da bizim tatil kültürümüzle, onların arasındaki fark bence. Onların yanına geçmeden önce ateş yakmıştık, döndüğümüzde başına oturduk ve ardında gökte yıldızlar, ağızda türküler şeklinde iki saat geçirip ilk günümüzü tamamladık.