İlk olarak şunu söylemeliyim ki burada tam anlamıyla bir film eleştirisi gibi bir şey yazmaktan ziyade izlediğim bir film hakkında düşüncelerimi yazmaya çalışıyorum. Yani biraz daha basit ve kapsamsız yazdığım için filmin hikayesinden çok fazla bahsetmiyorum. "aman dur, spoiler" falan diyecekler için. Dolayısıyla bu yazıyı da biraz öyle değerlendirebilirsiniz.
Elveda Berlin
Filmin afişi çok güzel değil mi? Renk tonları... |
Son zamanlarda şöyle suya sabuna dokunmayan, okuduktan/dinledikten/izledikten sonra aman bir de bu dert var demediğim pek bir şeylerle karşılaşmışlığım yok doğrusu, muhtemelen karşılaşmışlığımız. Fatih Akın'ın Wolfgang Herndorf'un Elveda Berlin isimli kitabından uyarladığı bu film de hiç bir şeye dokunmuyor değil ama en azından hoşunuza gidebilecek bir biçimde dokunuyor. Ayrılırken yüzünüz gülüyor. --> şöyle bir diyalogdu herhalde; "Görünmüyorsun Maik, kendini göstermen lazım."
Bir yol filmi olarak beni şaşırtmasını beklediğim bir hikaye peşinde değildim zaten. Dolayısıyla beklenmedik, orijinal hadiselerden ziyade bu hikayenin nasıl işlendiği ilgilendiriyordu beni. Filmin ilk on beş dakikasında hayal kırıklığına uğradığımı düşünmüştüm doğrusu. Ses kurgusu çok rahatsız ediciydi ve bu aradaki diyaloglardan, klişelere ve kamera açılarına kadar birçok olumsuz ayrıntı dikkat dağıtıcıydı ancak daha sonra film toparladı ve sona kadar iyi biçimde geldi. Birbirine hiç benzemeyen karakterlerin kurduğu ilişkiyi, bu süreçteki olgunlaşmayı takip ettiğimiz ve yer yer de görsel şölenlerle karşılaştığımız kısımlar beklendik ama filmin duygulara doğrudan nüfuz ettiği dakikalardı. Dolayısıyla izlemeye değen bir filmdi ancak Fatih Akın'ın daha önce izlediğim filmlerinden de biraz uzaktı.
*Filmi Boğaziçi Üni'deki sinema salonunda seansları hâlâ devam ederken izleyebilirsiniz.
Amir el Saffar ve Two Rivers
Festivalin en sevdiğim sloganı buydu. |
Caz müzik konusundaki bilgimin çok fazla olmadığını önden belirtmem gerekir. Dolayısıyla bu festivaldeki çoğu sanatçıyı önceden tanımadığımı da. Bildiğim, biraz dinlediğim iki kişi dışındakiler hakkındaki bilgim Youtube temelli:) Bu iki kişinin de konserine sadece ön taraf biletleri kalmış olduğu için internetten dinlerken beğendiğim birkaç kişi arasından zaman, mekan diyerek elerken kalan son kişi olan Amir el Saffar'ın 19 ekimdeki konserine biletimi aldım.
Doğrusunu söylemek gerekirse açılış tam bir hayal kırıklığıydı. Adeta bir ses cümbüşü. Sanki bütün enstrümanlar ayrı ayrı kendisini tanıtıyordu ama hiçbiri diğerinin varlığından haberdar değildi. Açılış faslını geçtikten sonra bu durum biraz düzeldi. Aslında böyle bir giriş biraz doğal ama bunu olumsuz yapan ayrıntı daha genel bir problemdi. Amir el Saffar'ın yaptığı müzik biraz daha oryantal tınıya sahip ve haliyle kulağa daha yumuşak gelirken orkestranın güçlü sesi ikili arasında bir uyumsuzluk oluşturuyordu. Özellikle saksafonun dominant melodisi diğerleriyle uyumdan uzaktı ancak bunu orkestranın kendi arasında çözmüş olması ilerleyen parçalarda seslerin daha uyumlu olduğu bir müzik dinlememizi sağladı. Sonuç olarak caz müzikte yenilikçi olarak bilinen bir sanatçıyı tanımış olmak benim için geceyi güzel kılan bir ayrıntı oldu.
Not: Bu arada bence uzun uzun bir şey yazmaya değmeyeceği için şöyle bir not olarak belirteyim. İstanbul Cofee Fest sanırım katıldığım en balon festivaldi. Kahveseverler için hazırlanmış bir festival görünümünde ancak yeni başlayanlara hitap eden seviyede bir organizasyondu bence. Orada tanıtılan bütün kahveleri de, yapımlarını da biliyordum. Ayrıca Kronotrop diye bir kahvecinin baristası beni görmezden geldi. Bunun gibi terbiyesizlikler de gözden kaçmadı.