28 Ekim 2015 Çarşamba

şiir

Ceketimin cebine şiir kitabı sığardı
Yeni bir ufka dalardım her sabah
Ama bir sabah baktığımda
Cebimdeki kitabın arasında
Sigorta kağıdım vardı

indiğimde metrodan
karnıma bir ağrı durdu
kurtarmadı beni sigorta kağıdım
işe geç kalmaktan
ya da yediğim azardan

yırtmaktan şüphe ettiğim kağıdın
lekeleri hala üzerimdeyken
geriye baktım ve
bir umut doğdu herkesin geçmişinden

Sırf adı öyle diye ekim ayı sanırdım
Çocukluk çağımdaki bu saflıktan
Bir harf kalmışsa kalbimde
Yeter, ruhuma saçılan bütün
O kara lekeleri yutmaya
------


gemiler yaklaşır limanlara,
ve bizi almadan dönerler ya,
uzaklarda kalır gözümüz,
ufkun ötesine kaçar hislerimiz.

ne zor şeydir sessizliğimiz,
bütün duygular çarpışır içinde,
haklarımızı ve aşklarımızı,
bakarak anlatırız.

ve o yüzden dünyanın en güzel anıdır,
birbirimize bakışımız.
ve bizi ayırandır asfaltlar,
bakışımıza leke vuran.

umulmaz hicranlar dolar yüreğimize,
ve hiçbir şey konuşulmamışçasına sürer hayat,
bütün çizikleriyle kalbimizin,
gemiler bekleriz limanlarda.

gelirler,
lakin binmeyiz onlara,
çünkü artık bütün dertlerin,
kanadığı yerdir kalbimiz.

24 Ekim 2015 Cumartesi

Bulantı ve başarısız diyaloglar

Aslında bu filmden geçen hafta bahsetmeye niyetlenmiştim ama bugüne kadar sarktı. Filme giderken de pek fazla beklentiyle gitmedim doğrusu. Z. Demirkubuz'un verdiği röportajlardan, çıkan bazı yorumlardan sonra beklentiyi pek yüksek tutmamak gerektiğini düşündüm. Bir önceki filmi Yeraltı'nı beğenmeme rağmen.

Filmi izlerken bu tutumuma rağmen daha kötü olduğunu düşündüm. Çünkü filmde espri, şaka vs. olmamasına rağmen birçok yerde kahkahalar aldı başını gitti. Nedeni şuydu ki, aynı zamanda senaryoyu da yazan Demirkubuz'un diyalogları ya zamanın çok gerisinde kalmıştı ya da inanılmaz "sığ" idi. Yani bütün karakterler beklenmedik bir olay olunca, "bu ne ya şimdi?" diye tepki veriyor. Hatta bir kadın bir ya da iki önceki sahnede belalı sevgilisiyle konuşmuşken, daha sonra kapıya dayananın kim olduğunu tahmin edemeyerek "bu ne ya şimdi?" diyebiliyor.
Filmdeki bütün karakterlerin üslubu neredeyse birbirinin aynısı ve bunlar yer yer gülünecek derecede tutarsız tepkiler veriyorlar.

Bunların yanında,
-nasıl başarılı oluyorsun?
-dersi derste çalışarak.
gibi diyalogları duyunca kimsenin orada ne konuşulduğuyla bir alakası kalmıyor.

Bir filmde geçen diyaloglar onun değerini yansıtmak adına çok önemli. Onlar iyi olmadığı takdirde hikayenin ne olduğu çok da önemli olmuyor. Çünkü kötü diyaloglar izleyicinin hikayeye, anlatılmak istenene odaklanmasını imkansız kılıyor.

20 Ekim 2015 Salı

.ne desem yetmiyor

yeni bir eve taşındım. istanbul un o en sevmediğim semtinde, b*ktan bir daireye sadece yeri iyi diye, kendimizi ikna ede ede bir ton para veriyoruz üç arkadaş. her sabah okula gidiyorum. yıllarca nadiren bindiğim metrobüsü neredeyse ev kadar kullanıyorum.

günlerim okulla ev arasında geçiyor. vaktim çok ama vaktim yok. içimdeki rahatsızlık, bir an beni bırakmıyor ki gönlümce bir şey yapayım. ders çalışmak, kitap okumak dahil. saatlerce boşuna oturup boş boş bakabiliyorum. yoldan gelip geçerken gördüğüm insanları aklımdan çıkaramıyorum. para isteyenler, çöpün kenarına bırakılmış yiyeceği alan, birisi görünce utanan çocuk ya da. aklıma savaşlar geliyor ya da Soma biraz düşününce. ---ne çabuk unutuldu. unutmak ifadesinden tiksiniyorum artık.

saatler geçtikten sonra eve gelişimden, zihnimi başka şeylerle meşgul etme çabam biraz olsun sonuç veriyor. bu sefer eskileri düşünüyorum. küçükken geceleri acıktığımızda, annemle, babamla yumurta kırıp, domatesle yediğimiz günleri hatırlıyorum. maddi durumumuzu hatırlamıyorum ama gelir hesabı yaptığım hiçbir zaman kurduğum hayallerden o zamanlardan aldığım tadı alamıyorum.

yaşadığım devirden utanıyorum, insanların düşüncelerinden, hayata bakışlarından. bunlardan uzun zaman kimseyle konuşmayarak kurtuluyorum. ama bu bir çare değil. çekip gitmek ya da bir şeylerin düzelmesini beklemek mümkün değil. mümkün olan yalnızca bir tavır koymak, ve bu tavrın sürekli, tutarlı olmasını sağlamak. arkasında durmanın, direnmenin, neleri karşına alacağının farkında olarak.

İfade sızısı.

Duygularını ifade edebilmek zor bir iş. Dilin sınırları insanın içindekini dışına yansıtmaya bazen yetmeyebiliyor. Hislerimizin, duygularımızın oluşması için vücudumuza, aklımıza, kalbimize bir şey yapmamız gerekmezken, onları ifade ederken, tek tek isimlendirilmiş, tanımlanmış olmalarıyla yani sistemli bir ifade biçimine aktarabildiğimiz kadarıyla sınırlıyız.


17 Ekim 2015 Cumartesi

Ahmet Haşim Bir Seyahatin Notları



Ahmet Haşim'in Bize Göre ve Bir Seyahatin Notları adlı kitabını okuyorum. Bize Göre adlı bölümü bitirip blogumda yazmıştım. Bir Seyahatin Notları'nı ise şimdi yazıyorum. Bu bölümde Ahmet Haşim'in İkdam Gazetesi'nde yazdığı sırada çıktığı iki aylık tatilin bir nevi günlükleri var. Ahmet Haşim bu yazıların sonunda, bunları kariyi gözeterek yazmadım diyerek yazıları kendine yazdığını belirtiyor. Önce dikkatimi çeken bir kaç alıntıyı paylaşayım. "Bir şehir caddesi gibi her gün binlerce insanın gelip gittiği şu Avrupa yolunda, karilere anlatılacak harikulade şeyler bulmak iddiasında değilim. Öyle olsaydı, şu kötü Avrupa'ya değil, arzın daha bakir bir mıntıkasına gitmenin yolunu araştıracaktım." Bu alıntı ilk yazıdan. Ahmet Haşim, deniz yoluyla Paris'e giderken yazıyor. Deniz yoluyla gidildiği için birden fazla durakta durup, o şehirleri gezme fırsatı da buluyor. Tabi bu aynı zamanda ulaşım süresini de uzatıyor. Yazıları okurken en çok dikkat çeken şeylerden biri, yazarın görüşlerindeki değişim. Gitmeden önce, yolda ve sonrası. Bu üç ayrı süreçte yazarın Paris hakkında ve yolculuğu hakkındaki düşünceleri tamamen değişiyor. Öte yandan Paris'teki yaşam hakkında da ilginç tespitleri var Ahmet Haşim'in. Onlardan biri "Aile kontrolüne bağlı yerli gençler için emsalsiz bir çalışma yeri olan Paris, otelde yatıp kalkan iradesiz yabancı içinse bilakis baş döndürücü bir fuhuş ve rezalet girdabıdır. Birçok memleketlerden bu şehre tahsillerini yapmak için gönderilen gençler, tam bir hazırlık, müthiş bir hüsnüniyet ve hiçbir şeytani iğva ateşiyle erimeyecek deruni bir kuvvetle mücehhez değillerse, ruhlarını ve etlerini bu cehennemi çarkın dişlerine kolayca kaptırırlar." O dönemlerde yoğun olan, eğitim için Fransa'ya gitme olayında birçoklarının düştüğü durumu o zaman özetlemiş Ahmet Haşim. Sonraki yazılarında da, Fransa'da yıllarca gece hayatı yaşayıp sonra burada Fransa'da eğitim gördüm diye geçinenler var deyip, ayrı bir eleştiri yapıyor. Yazılarda Fransa'da edebiyatın son durumundan, günlük hayatın akışından ve insanlarla yaptığı sohbetlerden bahsediyor.

Kadınsız Erkekler ve Hemingway okumak


Kadınsız Erkekler'i okumuştum en son. Bu yazıyı da on dört öyküden oluşan bu kitabın üzerine yazıyorum.

Kadınsız Erkekler Hemingway'in gençlik eserlerinden birisi. İçindeki hikayelerse yazarın daha sonraki eserlerinin habercisi gibi. Sonraki birçok eserinde bu hikayelerden bir şeyler mevcut ve bunlar da kendi hayatından izler taşıyor. Şöyle ki; Birinci Dünya Savaşına gönüllü olarak katılan yazar, daha sonra İspanya İç Savaşına katılmış. Hayvan merakıyla da bilinirken, boğa güreşi tutkunuymuş aynı zamanda. Haliyle hikayelerde de matadorlara ve asker karakterlerine oldukça yer vermiş.

Hemingway'in oluşturduğu karakterler de onlara göre güçlü fakat her insanın yaşadığı duyguların içlerinde barındıran ve bu duyguları bir yerde ortaya çıkan karakterler. Hikayelerin sonuna geldiğinizde çoğu zaman bir eksiklik, bir tamamlanmamışlık hissi uyanıyor. Bunun sebebiyse hikayelere  Hemingway'in net sonlar koymaması. Şahsen en çok sevdiğim şeyse bu. Net bir son koymamak derken, bazen orada biteceğini bile anlamıyorsunuz ama bitiveriyor. Ve sonra o insanlar başka bir yerde yaşıyormuş ve hayatlarına devam ediyorlarmış gibi hissediyorsunuz. Bir hikayeyi nasıl hayatımızın bir köşesine bırakacağının çözümünü Hemingway bu şekilde bulmuş gibi ve bence bu onu okumanın en zevkli taraflarından biri.