27 Nisan 2015 Pazartesi

Blood is not Lemonade

Makedonyalı Sakip'in, babasının ölüm döşeğinde bahsetmesiyle varlığını öğrendiği kardeşi Selim'le bir araya gelişini anlatan bir hikaye Limonata. Mecnun karakteriyle tanıdığımız Ali Atay'ın da ilk yönetmenlik denemesi olan filmin başrollerini Ertan Saban ile İsmail abi olarak bildiğimiz Serkan Keskin oynuyor.
Doğrusu filmi izlemeye karar vermeme sebep olan şey Ali Atay ve Serkan Keskin'in varlığıydı ama Leyla&Mecnun tarzı bir şeyler bekleyerek salona girenleri film pek tatmin etmemiş olabilir. Ben filme girerken soft bir komedi ve güzel bir hikaye bekliyordum ve film bu beklentilerimi karşılamakla kalmadı, üstüne bir de yol filmi olması yönüyle beni tatmin etti.
Genel olarak beğenmemle birlikte filmin eğreti duran, olmayan yerleri de gözüme çarpmadı değil. Mesela filmin başındaki cami sahnelerinin diyalogları ve olayların gelişimi daha tatmin edici ve gerçekçi olabilirdi. Bunun yanında birkaç sahnede şivenin ağır kaçtığını ve anlamayı zorlaştırdığı da bir gerçek. Bazı sahnelerde aşırı argo kullanımı ise insanı rahatsız eden bir nokta.
Makedonya'daki sahnelere gelince filmin adının nereden geldiğini de anlıyoruz. Duvardaki "blood is not lemonade" grafitisi hemen dikkat çekiyor ama bu sahne çok hızlıca seyircinin gözüne sokuluyor ve hemen geçiyor. Aslında sonraki sahnelerdeki diyaloglarda bu grafitiye bir gönderme var ve dolayısıyla hikayeye dahil edilmeye çalışılmış ama daha güzel bir mizansenle de sunulabilirdi. Ayrıca filmin sonuna doğru korunamayan o tempo ise en büyük problem, son sahneler ne kadar iyi de olsa, üzerinde çalışılabilecek bazı diyaloglar ve son 5-10 dakikada hikayenin genelindeki havanın hafiften kaybolması film adına önemli bir eksi puan sebebi. Teknik anlamda eleştirebileceğimiz bir nokta ise kameranın hareketli olduğu sahnelerin bazılarının çok uzun sürmesi. Bu görüntüyü takip etmeyi zorlaştırıyor ve bir süre sonra gözleri yoruyor.
Filmin güzel yanları ise bütün bu saydıklarımın etkisinde kalmadan salondan ayrılmaya yetiyor. Serkan Keskin’le Ertan Saban’ın uyumlu ve başarılı oyunculuğu filmi götüren en önemli unsur. Öte yandan hikaye de insanı hemen içine çeken, ısıtan cinsten. Selim'in 35'lik bir futbolcu olması, Sakip'in bütün yolu arabayla gelmiş olması, olayların geliştiği mahalle bunda önemli etken. Ardından gelen ve benim en sevdiğim yönüyse filmin aynı zamanda bir yol filmi olması.
Bunların yanında oyunculukta ve senaryoda Ertan Saban'ın büyük payı var. Aslen Makedonyalı olması hem karakterini çok iyi oynamasının hem de senaryoya diyalogların yerleştirilmesinde büyük pay sahibi olmasının nedeni. Zaten şive kaçınılmaz olarak filmdeki en önemli unsurlardan birisi.
İnsanı eğlendiren, güzel bir hikaye çıkmış ortaya. Aynı zamanda yol boyunca geçilen yerlerin, tabi ki gidilen yerin de demografik özellikleri es geçilmemiş. Zaten filmi iyi yapan, hikayeyi gerçek ve samimi yapan yönü de burası. Yol sırasında Ciguli'yi de filmde görmek gerçekten hoş bir his uyandırıyor. Hangi rolü oynadığı hemen anlaşılsa da insan farklı beklentilere de girmiyor değil:)

12 Nisan 2015 Pazar

İçimde bir dünya


Bunalımlı günler, bunalımlı zamanlar benim için. 5 senelik üniversite hayatımın sonuna yaklaştığım, geri dönüp neler bekliyordum, neler oldu dediğim. Dünün ve bugünün hesabını yaptığım günler.

Günlerce kimseyle muhabbet etmediğim oluyor, fırsatını bulduğumda da boş konuştuğum, çünkü bir aleladelikle bu gergin günleri de yok saymaya niyetleniyorum. Sabrıma güvenip belirsiz şeylerin peşinden koşuyorum, bir yandan da hepsinden birden kaçıyorum. İşte yine günlerce diplere vurduğum bir haftanın perşembesinde staja gidiyorum, 6'dan beri ayakta olduğum günde derse geç kalıp giremiyorum, üzüleyim derken bölüm başkanıyla bir muhabbete tutuşup geçmişe gidiyorum, eski yaşanmışlıklardan, Ankara'dan geçen bir Türkmen'e kadar gidiyoruz.

Çıkıyorum, festival başlayalı günler oldu, indirimli seansa yetişmeye çalışıyorum, günün en güzel hediyesine yanlış ayakkabıyla yakalanıyorum; çileyen yağmurla havada hafif bir rüzgar. Sanırım kimsenin sevmediği bu havaları bir ben seviyorum. Başımı öne eğip  Ian Curtis gibi yürümeyi seviyorum. Islanarak da olsa bir bilet bulup Doğada Tek Başına'ya giriyorum. Başka bir arayış, en sevdiğim. Ben ne sorarsam onun sorulduğu bir karakter, iç seslerle geçip giden bir film. Öğretici, ufuk açıcı.

Çıkınca hemen eve gidiyorum, yapmam gereken şeyler var. Ama üstümde hafif ve tatlı bir yorgunluk, bunu seviyorum. Son zamanlarda sevdiğim şeylerden dolayı pek yorulmadım. Dizlerimdeki hafif sakatlık beni çok şeyden alıkoyuyor. Neyse ki bir gün sonra kontrole gidiyorum, bir umutla. Egzersizlere devam, henüz tam iyileşmemişsin ama bisiklete başlayabilirsin diyor doktor.

Ardından Taksim'deyim yine, ama önce gönderilecek hediyelikler var. Onları gönderiyorum, acaba sonrasında 11 seansına yetişebilir miyim? Hızlı hareket ediyorum, Atlas'a geldiğimde 11:10, "film başladı mı?  -Yo, 5 lira". Hızlıca giriyorum, Altın Peşinde'ye gitmiştim, dalgınlıkla Devlet Mafya Elele'ye giriyorum. Yine konusuna denk geliyorum ve belgesel-kurmaca karışımı bir filmi izliyorum.

Filmden sonra  bir iki işimi halledip Cihangir'e doğru yollanıyorum, saçlarım kötü oldu, İstanbul'da berbere uğramayalı da bayağı zaman. Sonra dönüyorum, bir yandan günlük planlarımı yetiştirmeye çalışıyorum, yapmam gereken okumalar ve ekstralar, ödevler ve yapılacak başvurular bir tarafta bekliyorlar, aksatmamaya çalışıyorum.

Derken bugün kendimi frisbee oynarken buluyorum, kötü bir başlangıçtan sonra öğreniyorum, yarın da bir aksilik çıkmazsa bisikletimi alıp karşıya yollanıyorum.

Yine filmi yazayım derken, böyle şeylerle satırları alt alta dizmekten kendimi alıkoyamıyorum.