29 Haziran 2015 Pazartesi

Kendimi ait hissettiğim yer


Bence her insanın kendini ait hissettiği bir yer vardır. Aklında olmasa ya da farkında olmasa bile oraya vardığında hissettiği doygunluk ya da oradan ayrıldığında hissettiği eksiklik bunu gösterir. Bu yer illaki bir mekan olmak zorunda da değil, belki de mekan sandığımız yer de zaten bir kişi veya kişilerdir. Bunu insan birlikte olduğu kişilerle anlar. O insanlarla farklı mekanlarda bir arada olduğu zaman. 
Benim kendimi ait hissettiğim yer Antalya ama bunun sebebi muhtemelen ailem. Fakat onlar başka bir şehirde yaşıyor olsaydı, orası için de bunları söyler miydim bilmiyorum. Demek ki burada bir mekan payı da var. 
Şöyle bir düşününce belki de küçük bir yerde yaşamış olsaydık kendimi oraya daha çok bağlı hissedebilirdim. Çünkü mekan daraldıkça insanın o yerle örtüşen özellikleri tümden zıt değilse artabilir. Aslında bunu düşünürken, çevrenin insanı etkilediğini düşününce, mekanın küçülmesi insanı sınırlandıran bir şeydir demek de mümkün, dolayısıyla mekan genişledikçe, insan daha çeşitli bir ortamda kendisini belki de daha iyi bulur. Bu iki durumun da olumlu ve olumsuz yönde etkileri olabiliyorsa, bu hissin kuvvetinde bireyin geçmişinin ve çevreyle ilişkisinin, iletişiminin etkisi belirleyicidir diyebiliriz bence.

Aslında bunlar aklıma memlekete gittiğimde yapmayı sevdiğim şeyleri düşünürken geldi. Yani burada bisiklet, sahil, Kaleiçi falan yazacaktı ama kafamın içinde bunlar döner dururken konu buraya geldi:)

8 Haziran 2015 Pazartesi

Güzel Atlar Ülkesinde Üç Yolcu


Göreme


Zor bir dönemin sonuna yaklaşırken geçen yıl Likya Yolu’nu yürüdüğümüz arkadaşım bu kez Ihlara Vadisi’ne gidelim deyince küçük bir tarih güncellemesiyle hemen uçak biletlerini aldık ve hazırlıklara başladık. Son birkaç programdan sonra şunu öğrendim ki, niyetlendiğin işin bir ucundan hemen başlamayınca o iş olmuyor, gezi programlarının en önemli kısmı da bilet almak ve almayı ertelerseniz o iş büyük ihtimalle olmuyor.

Plan baştan hazırdı açıkçası, ilk gün Kapadokya turu, sonraki gün Ihlara Vadisi’nde, sonraki iki gün de Hasan Dağı’nda yürüyüş şeklinde dört günlüktü. Ama bu planı uygulamaya geçtiğimizde yarısı değişti. İstanbul'dan Kayseri'ye biletler, Nevşehir'e nispeten yarı yarıya daha ucuz olduğu için biletleri Erciyes Hava alanına aldık. Hasan Dağı’nı da benim dizlerimdeki sıkıntıdan dolayı iptal ettik.

2 Haziran sabahı 8:30 Kayseri uçağıyla Kayseri’ye hareket etmek üzere hava alanında buluştuk ve saat 10 gibi Kayseri’ye inip şehir merkezine geçtik. Buradan Göreme’ye giden otobüslere binmeden önce biraz bulunduğumuz çevreyi turladık, akşama kadar aç kalacağımız için yemek de yeyip öyle çıktık. Küçük bir araştırmadan sonra herkesin tavsiye ettiği bir yerde mantı yedik ama üçümüz de beğenmedik. Benim yorumum mantı sadece burada üne kavuşmuş, sonra başka yerlerde yenilebilecek hale gelmiş oldu. Biraz ağır yorum olmuş olabilir, sonuçta bir mekandan dolayı bütün ününü kesip atmak mantıklı değil, mekan da abartılmış olabilir ki bu daha büyük ihtimal.





    

Kayseri’den hareket edince bir buçuk saat falan süren yolun ardından sanırım iki buçuk gibi Avanos’ta, Göreme’ye 6 kilometre falan uzaklıkta otobüsten indik. Tabi ki ilk defa buraları gördüğümüz için gözümüze çarpan her şey son derece ilgimizi çekti ve ana yoldan gitmek yerine, tali yolu takip edip toprağın içinden, bacaların arasından geçerek yürümeye başladık. Yoldayken yaz yağmuru da tutmuştu ve bu bizi biraz zorladı zorlamasına ama yine de hoş bir havada yürüdük. 







Çavuşin’e vardığımızda yağmur hafif çiseleyerek hala devam ediyordu ve biz de orada biraz bekledik. Yağmur dinince farklı şekiller almış dağ, tepe manzaralarının arasında yola koyulduk. Hava hep kapalı olduğundan kararmasına birkaç saat olmasına rağmen hep birazdan kararacakmış gibi geliyordu ve biz de saat altıya doğru Çavuşin’i biraz geçtiğimizde konaklamayı düşündük. Sonra bu fikrimizden vazgeçip Göreme’ye kadar gittik. Bir bakkaldan bir şeyler alıp yer sorduğumuzda bir kamp alanı gösterdi ama çadırıyla dolaşan hiç kimse böyle şeylere para vermeyi sevmez, biz de yolumuza devam ettik.Tabi ki sırtımızda çanta, çantamızda çadırla geziyorduk.Az sonra bacalara kurulmuş butik otelleri gördük ve en tepelerinde insanların şehrin manzarasını izlediklerini gördük. Kış Uykusu da Uçhisar'da çekilmiş ve orası az ileride kalıyordu ama buradan pek farklı değildi, hatta acaba burada mı çekilmiş demiştim ilk önce. Otellerin arasından çıkıp biraz uzak alana yürüyünce kimselerin olmadığı bir yere çadırımızı kurduk. Kuytu ve kamp için müsait olan bir yerdi. O sırada yağmur da iyice durmuştu ve biz de biraz dolaşıp, sohbetin, yemeğin ardından yattık. Sabah güzel bir manzaraya uyanıp, gün doğumunu da kaçırmamak, balonları izlemek istiyorduk.






Sabah kalktığımızda saat 4.30 falandı. Biraz önümüzdeki manzarayı izleyip, ardından uç kısma geçtik. Erken saate rağmen son derece kalabalık bir alandı. Balonların kalkışını çevreyi ve yukarıdan şehri izledikten sonra çadırımızı toplamaya döndük. Şunu söylemeliyim ki bir balon 10 kişiyle falan kalkıyor ve fiyatları kişi başı 110 euro. Biz de tabi ki sadece izledik. Zaten bu koşullar altında değerlendirince balonları ve şehri, peri bacalarını birlikte izlemek daha zevkliymiş gibi görünüyor. Bunun yanında atvler ve atlar da çok yaygın. Açıkçası uzun zamandır bu kadar çok at görmemiştim. Bu arada bence atla dolaşmak balondan daha zevkli olabilir. Bunları düşünürken, eşyalarımızı toplayıp yola çıktık, kahvaltı için pazardan domates, salata falan alıp açık hava müzesinin yolunu tuttuk. Müzeler olsun, kiliseler, vadi girişleri falan hep paralı olduğu için müze kart aldık. Sonra içerideki banklardan birinde kahvaltımızı yapıp gezmeye koyulduk. Gitmeden önce pek fazla araştıramamıştım ama buralarda insanlar şehirlerini, evlerini hep mağara ev şeklinde kurmuşlar eskinden. Dikkat çeken şey ise yan yana kiliselerin çok fazla olmasıydı. Bunu daha sonra aslında buralarda bir medeniyet olduğu ve bu kilisenin çevresinde bir şehir olduğunu düşününce tabii bulduk.




Bu videodaki kuşun yavrusunu besleme anını

yakaladık, kilisenin duvarındaydı.





Bu bölgede Türkiye şartlarında tabii olan bir şeyle de karşılaştık; müzenin içinde ekstradan para verilerek girilen bir kilise daha vardı. Verginin vergisinin alındığı bir ülkede müzenin içinde müze olması pek şaşılacak şey değil tabi ki. Sadece biz değil, turistler de durumun abesliğini fark edip oraya girmiyordu.

Sabah çadırımızın böyle bir manzarası vardı.

Burası çadırın tam önü 

Kamp alanımızdan görünen ilk balon.
Az ışıklı fotoğrafları seviyorum.





Bunu yapmayanı dövüyorlarmış, aslında yapanı da dövüyorlar.
Ben sadece bu yazıyı okuyanların hangi tarafta olduğunu anlamak için yaptım:P




Kahvaltı yaptığımız yerden.

Verginin vergisnin alındığı yer üst solda,
kuş yuvası da insanların olduğu yerde.
Açık hava müzesinden çıkarken




Saat 10’a Aksaray arabasına bilet almıştık, yetişmek üzere geri döndük ve Aksaray’a geçtik, oradan merkeze giden bir minibüse, oradan da vadiye giden bir servise bindik. Çok vasıta değiştiriyorduk ama bu arada farklı şehirleri de görmüş oluyorduk. Ayrıca vasıtalar pek pahalı değildi ve zahmetli de olmadı. Üç günlük gezi de üç şehir görmüş olduk. Bu arada şunu da söylemeliyim ki, Kapadokya sadece küçük bir bölgenin adı değil, Nevşehir’i kapsayan, biraz Kayseri, Kırşehir, Niğde ve Aksaray’dan da alan büyük bir bölge. Adı da Farsça’da  güzel atlar ülkesi anlamına geliyor.Ihlara Vadisine ulaştığımızda, ilk önce Selime Kilisesini gördük. Vadiye girerken oradaki amca bize görmemizi ısrarla tavsiye edince geri dönüp gezdik. Gezdiğimize de değdi. Burası da adeta küçük bir şehirmiş, en yüksekte iki katlı kilise, biraz altında mutfak ve mahzenler varken, aşağı indiğimizde yan yana evler vardı.



Selime Kilisesi'nden köy böyle görünüyor.







Bu bölgelerdeki insanlar buralarda çok uzun zamanlar boyunca yaşamışlar. Düşünün ki bir tarihte dağları oyarak ev yapmışlar, Selçuklular’ın hükmü altında serbestçe yaşamışlar, ta ki mübadeleye kadar. Selçuklular dönemiyle alakalı söylediğim durum bir kilisenin girişinde yazıyordu. Kilise yapıldığı sırada kendilerinin yazdığını sandığım bu söze itibarım buradan. Çünkü aynı zamanda dua ve kendi din adamlarına da teşekkür metniydi. Neyse ki artık vadiye girdik ve baştan beri zaten bir trekking havasında olan gezimizin esas kısmı başladı. Burası 14 kilometrelik bir parkur ve bir günde bitirmek zor değil, maksimum 7 saatlik bir yolculuk. Fakat biz çadırımızı da kurup gecelemek istediğimizden ve zaten ikindi vakti başlamış olmamızdan dolayı ortalara yaklaşırken kampımızı kuracak yer bakmaya başladık. Vadinin ortasından Melendiz Çayı akıyor ve sürekli onun yanından yürüyorsunuz. Yalnız şuna dikkat etmek lazım ki çayın diğer tarafından yürürseniz geri dönüp girişinde devam etmeniz gerekiyor. Kapadokya’da ilginç olan şeyler sadece peri bacalarıyla sınırlı değil. Doğanın geriye kalan kısmı da aynı derecede ilginç. Böyle dağların arasında, akarsuyun kenarında yürürken, yemyeşil çimlerle dolu ve geniş bir alana geldik. Burada gördüğümüz çobandan öğrendik ki vadinin ortasındaki köye, Belisırma'ya yaklaşmışız. Biz de uygun bir yere kampımızı kurduk ve ateş yakmak için çalı çırpı, odun toplamaya başladık.



Vadi boyunca böyle yerlerden yürüyoruz. Su normalde içiliyor ama
çok fazla yağmur yağdığı için bir haftadır çamurlu akıyormuş












O sırada yağmur çiselemeye başlamıştı ve bir önceki gün de epey yağmıştı. Dolayısıyla hızlı davrandık ve ihtiyacımız olan odunu topladık. Rüzgarın ve yapan yağmurun altında ateş yakma mücadelemiz başarıya ulaştı ve o ateş bizi gece yarısına kadar götürdü.








Biletleri alırken hava durumuna baktığımızda yağmur görünmüyordu ama Göreme’ye geldiğimizde üç gün boyunca hava yağmurlu diyordu. Biz de ikinci gün akşam için bir şeyler alırken ateş yakamama ihtimalimizin daha yüksek olduğunu düşünmüştük. Dolayısıyla biraz da ona göre bir şeyler aldık ve kamp kurduğumuzda da yağan yağmurla umudumuz azalmıştı ama sonunda o ateşi yaktık ve demliğimize suyu koyduktan sonra, şiş kesmek için dal bakmaya başladık. Yine de ateşte pişirecek bir şeyler almıştık. Karnımızı doyurup çayımızı içerken, muhabbetle ve Muhammet’ten dinlediğimiz türkülerle gece ilerledi.



Genelde biz dinliyorduk ama bu 
üçümüzün de sesini duyduğumuz bir türkü oldu.


Sonraki sabah kalktığımızda vaktimiz boldu ve sekiz gibi yola koyulup, dar yollardan yürümeye başladık. Kuş cıvıltıları ve güzel bir akşamım ardından mutlu mesut yol alırken parkurun hemen hemen ortasındaki gözlemecide çay içip devam ettik. 

Abi aslında nasıl atletler kurdeleyi koparınca kazanmış oluyorsa 
ben de o adımı atmış olduğum için kazanmış sayılırım bence

Yolun ilk yarısını yürürken sadece en başta birkaç kişiyle karşılaşmıştık ve biz ilerlerken sabah başlayan trekkingcilerle karşılaşmaya başladık. Ardından öğlen vakti Ihlara'daydık. 


























Yol boyunca 6-7 tane kilise var ve genelde böyle merdivenlerle çıkılıyor.





Ihlara Vadisi bir günlük trekking yolu ve daha önce de dediğim gibi sabah başlayınca tek günde rahatça biten bir yol. Biz bir ikindi vakti başlayıp, sonraki öğlen bitirdik. Yine geldiğimiz servisle Aksaray’a döndük. Dönüş biletlerimizi de aldıktan sonra akşama kadar Aksaray’ı gezdik ve otogarda ben Antalya’ya geldiğim için ayrıldık. Böylece bir kamp daha geride kalmış, zihinler tazelenmiş, dostluklara bir bağ daha atılmış oldu...