31 Aralık 2014 Çarşamba

Turizm, yılbaşı, Antalya


Ben kendimi bildim bileli Antalya'nın övünç kaynağı turizmdir. Her yıl artan rakamlar. Her yıl artan yatırımlar. Dolayısıyla bu işin problemli yanları da var ve bunlar pek tartışılmıyor. Burada sadece bir olaya değiniyorum, nasipse daha sonra daha kapsamlı bir yazı daha yazacağım. Bahiste geçen konu bütün halkı kapsasa veya böyle bir niyet olsa, o zaman bunun değerlerimiz açısından doğruluğunu, yanlışlığını, bu konudaki özgürlüğümüzü tartışabilirdik ama olayı öyle olmadığı için doğal olarak bu açıdan ele almadığımı bilerek okumanızda fayda var.
Son günlerde Antalya'da yılbaşı süslemeleriyle alakalı bir tartışma çıktı. Pek tartışma denemez aslında ama Rixos otellerinin sahibi Tamince yılbaşının gelmiş olmasına rağmen şehrin süslenmediği, yılbaşı kutlamalarına hazırlanmadığı gerekçesiyle isyan etmiş ve masrafları üstlenip, bir şirketle de anlaşıp, belediyeye sponsor olarak şehri süslemeye başlamış. (Görüyor musun bir turizmcinin isyanı nelere kâdir) http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/27840270.asp
Bu konuda turizm şehri olmanın ne anlama geldiğiyle alakalı aklımda birkaç şey var. Öncelikle Turizmle uğraşanların misafiri evinde gibi hissettirme anlayışını yanlış kavradıklarını düşünüyorum. Bu kavram tamamen sektörel bir şey ve bu onların sunduğu hizmetle alakalı. Yani şehri turistlerin şehirlerine benzetmeleri gerektiği anlamına gelmiyor. Mesela bir insan turistik geziye, seyahate çıktığında orada kendi memleketindekileri bulmayı mı bekler yoksa oranın kültürü içinde güzelliklerini yaşamayı mı? İki şey olabilir, birincisi oranın kendi özellikleri için güzelliklerini tatmak, ikincisi de tamamen dinlenmek amaçlı yani yine kendi bulunduğu atmosferden uzaklaşmak için. Bunun dışındaki aktiviteler zaten bu konuyla pek ilişkilendirilmez. Oysa ki bizim memleketimizin turizmcilerinde her şeyin ecnebicesini yapalım anlayışı hakim. Bu noktada şöyle itirazlar var, Antalya bir turizm şehri, sadece yaz turizmi değil, kış turizmi de önemli, dolayısıyla turistlere gelin yılbaşınızı burada geçirin diyoruz diyorlar (kış turizminin yılbaşı kutlaması gibi bir anlama da geldiğini bilmiyordum). Peki bu kendi sektörlerinin politikalarıyken (yani kış turizmi değil, yılbaşını burada geçirin demeleri) şehre bu denli müdahale etme hakkını nereden buluyorlar? Turizm geçiminin bir parçası olan şehirde, turizmi geliştirmeye yönelik politikalar olması gerekir, buna karşı değilim ama bu sürekli orada yaşayan insanların yaşam alanlarını, koşullarını etkilememeli. Bu kentin insanının aşina olmadığı alışkanlıkları bu denli bizimleymiş gibi göstermek hakkını nereden elde ediyorlar? Turizm için yerli halkın yaşam alanlarına bu şekilde müdahale etme haklarını nereden buluyorlar? Evet çok kültürlü bir şehir oldu Antalya, turistlerle ve kendinden farklı yaşam tarzı sürenlerle birlikte yaşamak, hoşgörüyle yaklaşmak konusunda başarılı bir yer ama bu herkesin bir arada yaşadığı kişiler gibi olduğu anlamına gelmiyor.
Öte yandan bu sorunu özel bir meseleden kurtarıp belediyenin turizm politikasını değerlendirecek olursak, bu konudaki durumu anlamak açısından Menderes Türel'in son uluslararası turizm kongresinde yaptığı konuşma önemli. Kendisi şöyle diyor, 100 metreyse 100 metre, 10000'se 10000 beraber koşacağız. Ardından turizmi her yere götüreceklerinin, Elmalı'ya Kepez'e nasıl götüreceklerinin hesabını yapıyorlar ama kentin insanının sosyal hayatının konuşulduğu bir yer yok. Belediye mega projelerini hayata geçirmek derdinde ama bundan memleket insanı mı yararlanacak yoksa turizmciler mi siz kestirebilirsiniz. Halk plajlarına verilen önem, şehirdeki altyapı sorunu, ulaşım sorunu bunlar çözülmemiş. Deniz en güzel döneminde yemyeşil oluyor, şehrin altyapısı şiddetli bir yağmuru kaldıramıyor, ortalığı sel götürüyor. Memleketin en güzel yerleri turistlere hizmet veren alanlar olmuş, çarşısının ortasına AVM konmuş bir memleket oldu antalya. Artık yaşlı amcalarımız da sıcak suyu var, mescidi de sıcak diye namazlarını kentin en gözde camisinde değil, yanındaki AVM de kılıyor, ilginç.  İmarın geçmediği, betonlaşmamış nadir yerler haritadaki mantıksız boşluk olarak değerlendirilirken, merkezden Kaş ilçesine gitmek için verdiğiniz paraya bazen İstanbul'a uçak bileti alabiliyorsunuz.
Memlekete turizmden gelen para karın doyuruyor ama yavaş yavaş nefes aldırmamaya başlıyor maalesef.
Daha iyi bir yıl olur umarım diyeceğim ama, geçtiğimiz gün belli, perşembenin geldiği belli.

5 Kasım 2014 Çarşamba

Bize Göre ve Bir Seyahatin Notları - Ahmet Haşim

Ahmet Haşim'in YKY'den 2004'te yeniden basılmış, Bize Göre ve Bir Seyahatin Notları adlı gazete yazılarının derlendiği kitabını okuyorum. Henüz seyahat notlarını okumadım ama bize göre kısmını okuduktan sonra hemen yazayım istedim.

Ahmet Haşim 1928'ten itibaren İkdam gazetesinde Bize Göre başlığı altında yazılar yazmaya başlamış. Bize o dönemin günlük yaşamı hakkında fikir edinme şansı veren bu yazıların yayınlandığı sırada iki aylık Paris seyahatinde de bulunmuş ve o sürede aldığı notları da aynı gazetede yayınlamış. İlk başlarda gazetede yazmaya gönüllü olmasa da sonradan ikna olmuş ve neden gazetede yazmak istemediğini de belirten bir giriş yazısıyla köşe yazılarına başlamış. Giriş'te aynen şöyle diyor; "Gazetecilik, ticaret mahiyetini aldıktan sonra, kendisine 'müşteri' ismi verilmesi daha doğru olan kariin hoşuna gitmek gayretiyle gazeteler, tedricen sütunlarından 'fikrin' bütün şekillerini süpürüp attılar. Atalete düşen güzel bir vücudu nasıl her tarafından yağ tabakaları kaplarsa, gazeteler de bir taraftan yiyecek içecek ilanları, diğer taraftan metni tard eden resimlerin istilası altında kaldı." Ahmet 
Haşim’in gazetede yazmak istememe sebebi açık; Kendisinin anladığı anlamda, gerçek gayesinden uzaklaşan gazetelerin, ticari kaygılarla hareket etmeye başlaması ve bu sebeple fikir yazılarının da gazetelerde yayınlanmaması.

Ahmet Haşim'in burada yazdığı yazılar çoğunlukla günlük mahiyetinde. Kendi günlük hayatından bahsederken, toplumun hayatını, o konulardaki görüşlerini de aktarıyor bir yandan. Dönemin gündemlerine dair yaptığı yorumlara da şahit oluyoruz. Haydarpaşa’dan Beykoz’a arabayla gezinti yapmak, leyleklerin artık İstanbul’a az uğraması gibi.

Ayrıca bu yazıların kapsadığı o kısa süre içinde, Ahmet Haşim'in düşüncelerindeki değişiklikler de göze çarpıyor. İlk yazılardan birinde Ahmet Haşim kürk modasından bahsederken, kürk giymeyi insan şeklinden uzaklaşmaya benzetiyor, sona doğru ele aldığı yazılardan birinde (Kış) ise , "Zira medeni bir şehrin kışı bekleyen nice zevkleri var. Kadın kürkleri ve kış tuvaletleri, güzel kokan taze tenlere kavuşmak için sabırsızlanıyorlardı." diyor.

Bize Göre'yi okurken en çok dikkatimi çeken şey ise o günden bugüne değişen algılarımız ve çoğunluğun alışkanlıklarıyla alakalı. Mesela Deniz Kıyısında adlı yazıyı okurken, yazar insanlar yazları denize girdikleri için "denizi sevenler, rüzgar ve fırtına mevsiminin hululüne kadar sahillere hiç uğramamalıdırlar." diyor. Yani bugün yaşanılanın tam tersi.





15 Ekim 2014 Çarşamba

Savaşların İçinde Bir Yüzyıl; Saraybosna'nın Köprüleri

Aralarında Aida Begic, Jean-Luc Godard ve Ursula Meier'in de bulunduğu on üç yönetmenin kısa filmlerinden oluşan Saraybosna'nın Köprüleri, Birinci Dünya Savaşının yüzüncü yılı için çekilmiş Saraybosna'yı merkez alan Fransa - Bosna-Hersek ortak yapımı bir antolojik belgesel film.

Filmlerde 1914-18 ve 1992-95 yılları arası doğal olarak öne çıkıyor. Kronolojik sıraya göre kurgulanmış kısa filmler, Franz Ferdinand ve eşinin uğradığı suikastı anlatan bir filmle başlıyor. İlk filmde final sahnesine gelene kadar diyaloglara yüklenmiş hikaye dikkat çekiyor. Kader sorgulaması yapan yönetmen, başkan üzerinden buna bakışını anlatıyor. Ardından gelen bir kaç film belgesel tadında devam ediyor. Sonraki filmde suikastı düzenleyen kişinin ve bir örgütün sorgulamaları okunması yoluyla aynı olayı ele alıyor ve Avusturya'nın bölgeyle olan ilişkisine dikkat çekiyor. Daha sonra gelen filmde İtalya'nın savaşta asker üniforması giydirdiği insanlardan ve bunların içinde eğitimsiz olanlardan, intihar edenlerden ve itaat etmeyenlerden bahsediliyor. Bunları takip eden birkaç film, o yıllarla bugün arasında bir bağlantı kurmaya çalışıyor.
Sonraki filmlerde ise 1992-95 arasındaki savaşa odaklanılan filmler dikkat çekiyor. Savaş sırasında çocuğunu kaybetmiş bir aile üzerinden, dış göç yapan insanların psikolojisine değinilirken, yine bir başka aile üzerinden geri dönüş psikolojisi ele alınıyor. Ardından gelen filmlerdeyse, savaş sırasında ya da daha sonra doğmuş çocukların durumları ele alınıyor.

Genel olarak baktığımız zaman filmlerin uzun bir zaman dilimini başarılı bir şekilde ele aldığını görüyoruz ancak bazı filmler diğerlerinin temposunu ya da akıcılığını yakalayamıyor. Yönetmenlerin filmlerini farklı tarzlarda çekmeleri, bütünselliği ciddi şekilde bozuyor. Dolayısıyla filmler tamamen birbirinden bağımsız olduğu için kronolojik sırada olmasından öte bütünsel bir dil yakalayamıyor, bu da seyir zevkine etki ediyor. Bunun etkisini biraz azaltmak ve bağlantı kurmak için filmler arasındaki geçişlerde Belçikalı çizgi romancı François Schuiten’in çizdiği sekansları görüyoruz.
Ancak yine de hikayeler gerçeklerin üzerine kurulu olduğundan insanda etki uyandırması zor olmuyor.

Genel olarak değerlendirecek olursak daha iyi olması beklenen ama yine de izlenebilir ve değerli bir yapım olarak görünüyor.

6 Ekim 2014 Pazartesi

Başka Bir Bayram


Güzel olan bir çok şey gibi bayram da geçiyor. Ben bunları yazarken üçüncü günü bitmek üzere. Bu bayramı benim için özel kılan şey hayatımda ilk defa bir bayramı ailemden ayrı ve bayramsız geçiriyor olmam. Yani ailemden ayrı derken, herhangi bir zamanda annemden, babamdan ayrı fakat başka bir aile ferdiyle geçirmiş olduğum bayram da yoktu. Okulların açılışından hemen iki hafta sonrasına denk gelmesinden, benim de okulun ilk haftasını liseden en yakın arkadaşımın düğünü olması sebebiyle kırmış olmamdan ve bayramın ilk gününün cumartesiye denk gelmiş olmasından dolayı ailemin yanına gidemedim. İstanbul'a da yalnız bir bayram geçireceğimi bilerek gelmiştim. Evet, bunu hesap edip gelmek kolaydı ama bayramın yaklaştığını hissettiğim ve arkadaşlarımın gitmeye başladığı ilk gün içime düşen hissi tarif etmek aynı derecede kolay değil. Hayatımda ilk defa bu kadar güçlü bir garibanlık hissi duydum. Bu benim için bir ilkti. Tabi ki gerçekten öyle olan insanlarla benim durumum karşılaştırılamayacak kadar hafif lakin hayat boyu konuşup tartışıp durduğumuz meseleler için artık kalbimin bir yerinde merhamet ya da bu konuları konuşurken hissettiğimizden başka bir his de beliriyordu.
Her kıvrımında başka bir şey buluyoruz hayatın,
bazen akşam çöker üstümüze,
bazen gün açar tüm hüzünlerimize.



Kültürüne, gelenek-göreneklerine bağlı bir yurdun evladı olarak hayatta en çok değer ifade eden zamanlardan birinde aileden, ruh ikliminden ve toplumdan soyutlanmış ve bir köşede âtılmış gibi kalmak insana koyuyor. Öte yandan da memleketimizin uzun zamandır gözü önünde olan mazlumlaran ve böyle zamanlarda sadece günün şartlarının değilde, maddi imkansızlıkların insanı diğerlerinin arasında düşürdüğü durumun hissini anlayabilmesini sağlıyor ve güçlü bir empatinin içine bırakıyor.
İşte o başlangıç gününden arefe gününe kadar hislerim böyleydi. Ta ki benim gibi bayrama gitmeyecek/gidemeyecek arkadaşlarımla karşılaşana kadar. Konuştuğumuzda bayram namazından sonra bir araya gelip bayramlaşalım demiştik. Sonra bayram sabahı namazdan sonra buluşup bayramlaştık ve hep beraber kahvaltı yaptık. Bu iki günde yaşadığım şeyler de beni içinde bulunduğum ruh halimden arıtmış ve daha çok kardeşlik, beraberlik hissine sürüklemişti. Sevdiğimiz insanlarla bir araya gelmek, uzun zamandır sözeşip de görüşmeye fırsat bulamadığımız arkadaşlarımızla görüşüp, program yapmak bende bambaşka hisler de uyandırmıştı.
Burada yaşadığımız şey, tam anlamıyla yaşanılacak bir kurban bayramının topluma ne kadar faydalı ve mükemmel bir şey olduğunu ortaya çıkarıyordu. Çünkü, bizim bayramlarımız ve özellikle de kurban bayramı insanların sadece ahbaplarıyla, yakın akrabalarıyla değil, yaşadığı çevreyle ve mümkün oldukça daha fazlasıyla kutlanan, kutlanması gereken bir bayram. Yoksulların ve yalnızların toplumun içinde bulundukları ve aynı hisleri, mutlulukları paylaşabileceği bir bayram. Böyle kutlandığı zaman, onlar da unutulmadığı ve yoksullukları, yalnızlıkları hissettirilmedikleri, aslında yalnız da olmadıkları onlara hissettirildiği zaman bayram olan bir bayram.
Bayramınız bayram, hayırlı olmuş olsun inşallah.

15 Eylül 2014 Pazartesi

Hatrı Sayılır Bir Şey

Doğrusunu söylemek gerekirse son bir, iki yıl içinde sevdiğim şeylerde ve ihtiyaçlarımda hatrı sayılır bir değişim oldu. Şu anda şehir hayatının yoğunluğundan uzakta olmak tek başına beni iyi hissettirmeye yeten şeylerden biri. Doğrusu hayatım çok yoğun, şöyle böyle diye değil, şehir hayatı yoğun diye. Balkonda otururken bile içimi bir sıkıntı basıyor bazen. Sadece bu yıl üç ayrı zamanda çadırımla dolaştım ve bunlar çok değerli zamanlardı benim için. Birinde yeni insanlarla iletişim kurmak, birinde birlikte hareket etmek, diğerinde birbirini tanımak açısından farklı farklı katkıları da oldu, asıl amaçları ve güzellikleri dışında.

Bu hafta sonu köydeydik, dün ve bugün. Önce anneanneme gittik, ardından babamın köyüne. Köy dediğim yer şehir merkezine yirmi ve otuz km uzaklıkta. Şu anda evdeyim ve bu satırları yazarken neden döndüğümü sorguluyorum.

Köyü ve köy hayatını sevmemin en büyük sebebi, doğaya ve doğala olan düşkünlüğüm sanırım. Mesela pazardan gidip de bir sürü meyve almayı çok sevmem ama meyveleri çok severim ve bunları dalından yemek de en büyük zevkim. Sağ olsun dedelerim vaktiyle dikmiş ve biri hâlâ dikmeye devam ediyor ve biz de böyle bütün yeşilliklerin ve meyvelerin yetiştiği bir yerde yaşadığımıza şükrediyoruz.

Uzaklardan başlıyor, güneş ışıkları kendini göstermeye
İkinci gün sabah beş buçuk altı gibi kalktım. Böyle, insan o saatte dışarı çıkıp havayı içine çektiğinde anlıyor temiz havanın ve ferahlığının farkını. Katran ağaçlarının dibinde bambaşka bir dünya. Dedemlerin evi dağın batıya bakan yamacına düşüyor. O yüzden güneş ilk önce karşımızdaki dağa vuruyor. Böyle, ilk önce en arkadaki sararıyor, sonra bir öndeki başlıyor ve yavaş yavaş yamaçtan aşağı doğru bir sarılık, kızıllık iniyor. Önüme bakıyorum, o manzarayla insanın içi ısınıyor, arkama bakıyorum müthiş zevkli bir serinlik hissi bürüyor. Yürüyorum, fotoğraf çekiyorum, havayı içime çekiyorum,  şiir okuyorum.

Fotoğraf çekmek son zamanlardaki en büyük hobim. Manuel pozlamaya alıp, öyle kullanmaya, iyice öğrenmeye çalışıyorum. Genelde normalde uzun uzun izlemeyi sevdiğim şeyleri çekiyorum ama bak bu çok güzel dediğim ya da fotoğrafını çekerken, o andan mahrum kalacağım şeyleri çekmiyorum. Yapıları da çekmeyi pek sevmiyorum. İçinde insan olan anlar da kalabalıkta ya da birbirimizleyken daha değerli geliyor. Bu arada bazen "fotoğrafçı mısın sen? Bizi de çek bakalım" diyen amcalar oluyor. Normalde çok farklı şeyler olmadıkça özel hayatlarına müdahale etmemek, rahatsız etmemek için çekmiyorum ve bunu da onların anlayacağı şekilde yapıyorum ama böyle diyenlere bir anda içim ısınıyor.

Pazar sabahı altıda yol bomboştu, normalde hafta sonları çok kalabalık olan bir yol ama o vakit henüz kimse geçmiyordu. Ben de fotoğraf makinemi boynuma asıp kayıt tuşuna basıp yürümeye başladım. Hem çevreyi izliyor, hem de yürüyüşümün görüntüyü nasıl etkileyeceğini görmek istiyordum. Toplamda on beş, yirmi dakikalık video çektim. Bir ara Çatlıycak Kadar Aşki'den bir şiir bile okudum. Sonra geri dönerken de video denemelerim devam etti, belki bir kaç dakikalık bir şey paylaşırım. Eve geldiğimizde elimde yaklaşık bir saatlik görüntü vardı. Video çekmek çok zevkli bir şey gerçekten. Tek problem onları nereye depolayacağım.

4 Eylül 2014 Perşembe

Paldır Küldür Bir Turun Hikayesi

Evet, aslında ilk bakışta paldır küldür olmadığını düşünebilirsiniz ama sonradan çıkar onun paldır küldürlüğü.

Neyse uzatmadan başliyim. Geçtiğimiz yaz okulu sonrası için suya düşen iki planımızdan sonra  ne yapsak ne yapsak derken bisiklet turu yapalım dedik. Hem bir bisiklet almak istiyordum. Hem bisikleti seviyordum. Hem kampı seviyordum. Hem de hem bisiklet hem kamp olsun diyor, hem kafamdaki meşguliyetlerden uzaklaşmayı, hem de enerjimi harcamayı istiyordum.Bu kadar hem kullanmamın sebebiyse, heme olan anlık ilgim. Demek ki gevezelik ruhumda var ama dilime sirayet etmemiş. Belki de ben öle düşünüyorum çünkü ben hiç ben gevezeyim diyen bir geveze görmedim. Ama gevezelik ettiğim yer blog olsun.
Eceabat'ta otobüsten indik. Henüz heybelerimizi bağlamamıştık.
Bu programa final döneminin hemen öncesinde karar vermiştik ve işlerin hemen hemen hepsini finallerin ardından iki günde hallederiz diye ertelemiştik.

Finaller geçti, bu arada sadece ikinci el bisikletlere baktım, çünkü benim için ideal olan üst kalite, ikinci el bir bisikletti. Ama çabalarımız sonuçsuz kaldı çünkü piyasada 17" bisiklet bulmak çok zordu ve biz de bu problemi lady model bir bisiklet alarak çözdük. Bu arada fikir iki kişiden çıkmıştı ama programı üç kişi yaptık ve  iki yeni bisiklet aldık.

Tahminimizden uzun süren bir süreç oldu ve gerekli alışverişlerle birlikte çok vaktimizi aldı. Arkalıkların ve heybelerin montelerini kendimiz yaptık ve bitirdiğimizde saat sabahın altısıydı. Sekizde otogardaki Çanakkale otobüslerine yetişebilmemiz için en geç yedi on beş otobüsüne yetişmemiz lazımdı ve hızlıca pedalladık.
Bu arada programdan bahsetmeliyim. Niyetimiz bisikletle Çanakkale'den İzmir'e gitmek. Fakat bu konuda bildiğimiz tek şey ilk gün ne yapacağımız. Neden? Çünkü zaten kervanı evde düzdük, yolu da sora sora buluruz.

Eceabat'ı gezip, ikinci gün Çanakkale'yi gezeceğiz ve yolumuza İzmir'e doğru devam edeceğiz. Evet planın bu kısmı aynen gerçekleşti. Beklemediğimiz tek bir şey vardı, o da nakitimiz tükenmişken bunu düşünmeden Şehitler abidesine doğru yollanmış olmamız ve o çevredeki yerleşim yerinde(Alçıtepe) ne bankamatiğin ne de bir bakkal hariç kredi kartı çeken yerin olmamasıydı. Cebimizdeki bozuk üç dört lirayı idareli şekilde kullanıp akşam Beşiktaş'ın şampiyonlar ligi maçını, sabahta kahvaltıyı birer çay içerek geçirdik. ikinci gün öğlene doğru yeniden Eceabat'taydık. Yuvarlak çizerek geri döndük. Burada katettiğimiz yollar güzeldi. Tarihi yerleri geçtikten sonra günebakan tarlalarını izleyerek gittik. Bu arada dikkatimi çeken şeyse her tarlada bir ağacın olmasıydı. Sanırım bu yıldırım düşmelerinden ürünleri korumak için.

Evet artık yoldaydık ve İzmir tarafına doğru yol almaya başladık. İlk önce Çanakkale'ye geçtik ve karnımızı doyurduktan sonra dondurmalı peynir helvası yedik, beğendik.
Güzelyalı-Kepez'de gün batarken.

Akşamını Güzelyalı'da geçirdiğimiz günde sahil kenarından çadırımızı kurduk. Yanımızda iki turist de konakladı, nereden başladıklarını tam olarak hatırlamıyorum ama sanırım Endonezya'ydı. Oradan yola çıkıp otostopla Almanya'ya doğru gidiyorlardı.

Sonraki gün sabah kahvaltı ederken danıştığımız bir kaç kişi gittiğimiz yolun yokuş olduğunu, bisikletle çıkamayacağımızı söyleyince bir karar vermemiz gerekti. Biz de Bursa yönüne doğru gitmeye kadar verdik. Günün akşamına Lapseki'deydik. Küçük nüfuslu bu yerde bütün çay bahçeleri doluydu. Her yer kalabalık görünüyordu. Gökay diye bir arkadaşla tanıştık ve akşamımızı onunla geçirdik. Bize kamp yapacağımız yere kadar eşlik edip ayrıldı.

Sonraki gün Gelibolu'ya geçtik. Bu arada tekerim patlamıştı ve şükür ki o sırada kullanmam gerekmiyordu. Feribota kadar elimde götürdüm ve karşıya geçer geçmez de bir bisikletçiye uğradık. Bu ikinciydi, daha önce diğer bisikletlerden birinin de patlamış, bir saatimizi almıştı. Gelibolu'da önce dönüş biletimizi ayarladık ve ardından bir kaç yeri ziyaret ettikten sonra turumuz sona ermiş, geri dönüş yolculuğumuz başlamıştı.

21 Temmuz 2014 Pazartesi

Her şey "Yolda"

-Eğer uzun yolculuklar hayaliniz ve bir türlü planlarınızı uygulamaya geçiremiyorsanız, bu kitabı okurken çıldırabilirsiniz.
Jack Kerouac Kanada'dan Amerika'ya göç etmiş üç çocuklu bir ailenin en küçük çocuğudur. İlkokula başlayana kadar doğru düzgün ingilizce bilmiyordur ve fransızca konuşur. Lisedeyken futbolda başarılı olur ve spor bursuyla Columbia Üniversitesi'ne başlar ancak ayağından sakatlandıktan sonra futbol oynayamaz. Daha sonra okulu da bırakmaya karar verir. Bu süreçte şair Allen Ginsberg ve yazar William S. Burroughs ile tanışır. Ardından hayatında büyük yer kaplayacak olan Neal Cassady ile. Neal Cassady, Jack Kerouac'ın hayatından büyük bir dönüm noktasıdır çünkü Jack küçüklüğünden beri büyük bir seyahatin hayalini kurmaktadır fakat gerçekleştiremez. Neal ise tam anlamıyla bir aklına gelen delisidir ve hemen planları uygulamaya koymaya başlar. Adamlar çılgındır ve yedi yıl boyunca bütün ABD'yi ve biraz da Meksika'yı doyumsuzca dolaşırlar. Doğuya giderler, batıya, kuzeye, güneye giderler, evlerine dönerler, yeniden bir araya gelirler, ayrılırlar, evlenirler. Sadece gezmekle kalmayıp bir insan hayatında yaşanacak her şeyi de bu arada yaşarlar. Çulsuzdurlar, pamuk tarlalarında, tren istasyonlarında çalışırlar. Para isterler, otostop çekerler, yolcu alırlar, yiyecek çalarlar. Fakat hep yoldadırlar. Onlar için önemli olan gitmektir, gidilecek yer değil. Kendilerince buna özgürlük derler ve herhangi bir şeye bağımlı olmaktan kaçarlar. Ünlülerin hayatlarından, köylülerin hayatlarından geçerler. Yol bitmez, yolculuk bitmez ve en sonundan yeniden evlerine dönerler.
Jack Kerouac bu kitabı yolculuklarını sonlandırdıktan hemen sonra yirmi iki gün içinde tek bir rulo kağıdına hiç paragraf kullanmadan yazar ve bitirir. Kitabın büyük bölümü otobiyografiktir ve Kerouac bu kitabı olduğu gibi basmak ister. İster istemesine ama bunun için altı yıl beklemesi ve sonra da bir miktar sansürlemesi ve isimleri değiştirmesi gerekecektir. Kitap yayımlanana kadar Kerouac çok beklemiştir ama yayımlandıktan sonra bir anda bütün ülkede dikkat çeker. Basının dikkatiniyse "beat" kelimesi çeker. Ona bunun ne anlama geldiğini sorarlar ve bu sürecin sonunda o ve arkadaşları Beat Kuşağı olarak anılacaklardır. Ülkenin bütün gençleri sokaklara dökülmüş, Levi's ve espresso satışlarında patlama yaşanmıştır. Bugün Amerika'da İncil'le beraber en çok çalınan kitap olmasından ötürü raflar yerine görevlilerden isteyerek alınabilir. 
Kitap ilk yayımlanışının ellinci yılında, iki bin yedi de orijinal rulodaki haliyle basılmış. İsimler düzeltilmiş ve yayınevinin talebi doğrultusunda eklenen "edebiyat yapmalar" orijinal ruloda olmadığı için kaldırılmış. Kitabın en dikkat çekici özelliklerinden biri hiç paragraf olmaması. Kitap başlıyor ve bitene kadar hiç yeni paragraf görmüyorsunuz. Bu yüzden kitabı sağlam bir odaklanmayla ve mümkün olan en az ele alışta okuyup bitirmek gerekiyor.

*Bu yazının düzenlenmiş hali ruhunakitap.blogspot.com adresinde yayımlandı.

15 Temmuz 2014 Salı

O mahur beste çalar Müjgan'la ben ağlaşırız ...

Aklıma mahur beste denince Ahmet Hamdi'den başkası gelmezdi, ilk ondan duymuştum çünkü. Hatta Ahmet Kaya'dan ilk dinlediğimde bununla alakası olabileceğini düşünmüştüm. Sonra Attila İlhan'ın şiirinden bestelendiğini öğrendim. Ardından müjganın o Müjgan olmadığını...
Burada geçen müjgan Türkçede eskiden kullanılan bir kelimeymiş ve kirpik anlamına geliyor.



Mahur Beste

Şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız
O mahur beste çalar Müjgan'la ben ağlaşırız
Gitti dostlar şölen bitti ne eski heyecan ne hız
Yalnız kederli yalnızlığımızda sıralı sırasız
O mahur beste çalar Müjgan'la ben ağlaşırız

Bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı
Güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı
Hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı
Gittiler akşam olmadan ortalık karardı

Bitmez sazların özlemi daha sonra daha sonra
Sonranın bilinmezliği bir boyut katar ki onlara
Simsiyah bir teselli olur belki kalanlara
Geceler uzar hazırlık sonbahara 

Attila İlhan

Kaynak: on5yirmi5.com , siirperisi.net .

13 Temmuz 2014 Pazar

Mataramda tuzlu su



West Indies, Kızıl Elma, İtaki, Maçin!
Uzun yola çıkmaya hüküm giydim.
Beyazların yöresinde nasibim kalmadı
yerlilerin topraklarına karşı şuç işledim
zorbaların arasında tehlikeli bir nifak
uyrukların arasında uygunsuz biriyim
vahşetim
beni baygın meyvaların lezzetinden kopardı
kendime dünyada bir
acı kök tadı seçtim
yakın yerde soluklanacak gölge bana yok
uzun yola çıkmaya hüküm giydim.
Uzak nedir?
Kendinin bile ücrasında yaşayan benim için
gidecek yer ne kadar uzak olabilir?
Başım açık, saçlarımı ikiye
ortadan ayırdım
kimin ülkesinden geçsem
şakaklarımda dövmeler beni ele verecek
cesur ve onurlu diyecekler
halbuki suskun ve kederliyim
korsanlardan kaptığım gürlek nara
işime yaramıyor
rençberlerin o rahat
ve oturmuş lehçesinden tiksinirim
boynumda
bana yargı yükleyenlerin
utançlarından yapılma mücevherler
sırtımda sağır kantarı gizli bilgilerin
mataramdaki suya tuz ekledim, azığım yok
uzun yola çıkmaya hüküm giydim.
Bir hayatı, ısmarlama bir hayatı bırakıyorum
görenler üstünde iyi duruyor derdi her bakışta
askerken kantinden satın aldığım cep aynası 
bazı geceler çıkarken
uçarı bir gülümseyişle takındığım muşta
gibi lükslerim de burda kalacak
siparişi yargıcılar tarafından verilmiş
bu hayattan ne koku, ne yankı, ne de boya
taşımamı yasaklayan belgeyi imzaladım
burada bitti artık işim, ocağım yok
uzun yola çıkmaya hüküm giydim 



Bir hayatı, ısmarlama bir hayatı bırakabilmeliyim. sonra bütün meseleyi çözebilirim,
Uzun yola çıkmaya hüküm giymişim, hızlıca dönmeliyim, zamanı geçmeden...

12 Temmuz 2014 Cumartesi

Likya Yolu'ndan kanyona, Saklıkent

Fotoğraflar için buradan

İlk yazıyı okumak için: Likya Yolu'nda birkaç gün

İkinci yazıyı okumak için: Likya Yolu'nda birkaç gün-2

Sabah kıyıya vuran dalgaların sesiyle uyandık. Kalan yiyeceklerimizi çıkarıp yedikten sonra toplanıp yola koyulduk. Hiç içecek suyumuz kalmamıştı. Yakın bir yerde su bulabileceğimizi düşünüyorduk, nitekim bir kilometre falan yürüdükten sonra Karadere’ye gelmiştik. Bulduğumuz pansiyon pek rağbet gören bir yere benzemiyordu ve biz de tarzından pek hoşlanmadık, zaten artık şehre geldiğimiz için biraz daha devam edelim dedik. Ardından bir on beş dakika kadar yürüdük, güneş son derece yakıcıydı ve yolun sağında solunda seralar olduğu için ağaç falan da yoktu. Sıcağın altında bir süre yürüdükten sonra, sokağın tam karşısındaki evin bahçe kapısından girip, selam verip, su istedik. Kendileri de seracılıkla uğraşıyorlarmış ve evlerinde su yokmuş, tankerle getiriyorlarmış ama tankerden sularımızı doldurabileceğimizi söylediler. Biz de çevrede başka bir yer göremediğimiz için sularımızdan bir ikisini doldurduk. O sırada kahvaltı yapıyorlardı. Bizi de davet ettiler. Bir taraftan yok sağ olun derken içimizden ne nasipli adamlarız deyip şükrediyorduk sanırım. İki üç defa rahatsızlık vermeyelim dedikten sonra ısrarlarına dayanamayıp kahvaltı masasına oturduk. Akdeniz insanı hep birbirine benziyor. Bunu benden önce arkadaşlarım fark etti. Bu eve geldiğimizde ben de aynı
Bir süre yürüdükten sonra
kanyon daralmaya başlıyor
kanıya vardım çünkü gördüğüm teyzenin de amcanın da siması hep tanıyormuşum gibiydi. Kahvaltı masasını silip süpürürken, semaverdeki çaya da doyum olmuyordu. Cumaya bir saat kalana kadar o çaydan içtik. O sırada tabii muhabbet de koyulaşmaya başladı. Amca bize İstanbul’da okuyan oğlundan, küçük  çocuğu okula gittiğinde her hafta diğer evine gidip geldiğinden, ortakçısından, piyasadan ve yaptığı işlerden bahsetti. Ortakçı diye serada çalışan kişiye diyorlar. Bir yıl boyunca seraya bakıyor ve net gelirin yüzde yirmi beşini alıyor. Tabi bu anlaşmaya bağlı. Aynı anda muhabbet bizim taraftan da devam ediyordu. Biz de ne yaptığımızı, nereden geldiğimizi, nereye gittiğimizi anlattık. Adam bunları anlatırken bize sizi çılgınlar der gibi baktı ve ardından siz niye gavurların gittiği yere gidiyonuz, orada onların dedelerinin eseri var ona geliyorlar, siz şuraya Saklıkente gidin dedikten sonra bizim rotamızı çevirip Saklıkent’e göndermeye karar verdi. Samimiyetin doruğa ulaştığı nokta. Oysa ki biz Fethiye’ye dönüp, Ölüdeniz’de denize girip, sahile çadırımızı kuracak, sonraki gün de sabah Havaş’a binip Dalaman’a gidecektik. Tabi ki amcanın dediği oldu, Saklıkent’e gitmeye karar verdik. İki saate yakın oturmuştuk, sonra çantalarımızı oraya bırakıp, havlularımızı aldık ve denize gittik. Biz geri döndükten bir hafta sonra motokros etkinliği olacaktı ve denize girdiğimizde de iki tane motokrosçu kumsaldan son hız geçtiler. Kıyı Akdeniz açıklarına doğru bakıyordu ve rüzgar kesintisiz estiği için yerdeki kum taneleri on santim yükseğe kadar kum fırtınası oluşturuyordu. Yirmi dakika yüzdüğümüzde dalgalar bizi yirmi metreden fazla öteye atmıştı, ardından Cumaya yetişmemiz gerektiği için çıktık ve hızlıca cumaya gittik. Geri döndüğümüzde çantalarımızı hazırladık ve servisi beklerken biraz daha lafladık. Derken servis geldi, o sırada bize bir poşet domatesle biraz tuz verdiler. Ardından vedalaşıp servise bindik. Duygusal bir andı. Derken beş dakika sonra servis şoförü telefon size deyip, telefonu uzattığında karşıdaki aynı amcaydı ve bizim telefon numaralarımızı istiyordu. Üçümüzün de telefonunu aldıktan sonra, bize hayırlı yolculuklar diledi ve telefonu kapattı.
Bindiğimiz servis Fethiye’ye gidiyordu ve bizi Saklıkent servisinin geçeceği yerde bıraktı. Aynı yerde bir de fırın vardı, biz de iki ekmek alıp, servis gelene kadar domatesleri yemeye başladık. Bir süre sonra servise bindik ve yol yokuş yukarı devam ederken kanyonun nasıl bir şey olduğunu görmeye başladık. Daha önce ilkokul beşinci sınıftayken bu kanyona gelmiştim ama Antalya tarafındandı. Neyse ki en sonunda servisten indik ve kanyona girdik. İki saatimiz vardı, ve kanyon çılgınlar gibi akıyordu. Ayakkabılarımızı bir kenara koyduk, dizlerimizi sıvadık ve içinde ilerlemeye başladık. Su belimize kadar geliyor ve ancak birbirimize tutunarak debisine karşı koyabiliyorduk. Neyse karşı tarafa geçtikten sonra yürümek kolaylaştı ama adım attığımız yerde üç saniyeden fazla durunca ayağının altındaki kum kayıyordu ve garip bir hal almaya başlıyorduk. Derken kameramın kapağını suya düşürdüm ve biraz tedirgin oldum ama yine de insan gittikçe gitmek istiyor daha ilerilerini görmek istiyordu.
Sabahleyin cami ararken girdiğimiz çarşıda
 fotoğraftaki amcadan başka kimse yoktu
Sağında ve solunda dimdik ikiye ayrılmış kayaların ortasından su akıyor ve biz içinden geçiyorduk. Sonunda yürünecek yerin genişliği tek kişiye kadar düşmüş ve bizi daha da heyecanlandırmıştı ama ne yazık ki bizim için artık dönüş vaktiydi çünkü servisi kaçırmak üzereydik. İnmeden önce servisçiyle telefonlarımızı almıştık. Geri dönerken bizi aradı ve servisin dolduğunu, kendisinin de yola çıktığını söyledi. Aman Allah’ım onu kaçıramazdık, bu sabahki uçağın da kaçması anlamına geliyordu. Bize kendisinin son servis olduğunu söylemişti ama şükür ki değilmiş. Biz de hızlıca geri döndük ama yine de sonraki servisi bile ancak son anda yakalayabildik. Artık maceramızın geri dönüş yolundaydık ve serviste hava firil firil eserken, bir tarafta kanyonu diğer tarafta da güneşin batışını izlerken, radyodan gelen müzik eşliğinde tıngıdı tıngıdı iniyorduk. Sonunda Fethiye’ye geldik ve burayı hiç bilmediğimiz için yine ilk işimiz camiye gitmek oldu. Ama ne yazık ki burada istediğimizi bulamadık, namaz biter bitmez cemaat dağılmış, imam gitmişti. Neyse biz de bir iki kişiye telefon edelim derken Fethiye’nin çarşısını bulduk ve bir yere oturup karnımızı doyurduk. O sırada işletme sahibiyle tanıştık. Adam altı ay önce İstanbul’da bir şirkette üst düzey yöneticiyken işini bırakmış, ailesinin yanına dönüp burada iş kurmuş. İş yapışını beğendik, kendisini takdir ettik ve çay içmek için bir pastaneye geçtik. Sonra nereye kurulacağımızı bilmiyorduk. Limanın etrafında dolanmaya başladık. Yürüdük, yürüdük her yer canlıydı, bir çadır kuracak kuytu bulamadık derken bir parka geldik. Bir iki evsiz amca banklarda uyuyordu biz de bir ağaç altına çadırımız kurduk. Sonra uyurken yanımızdaki fıskiyelerin açılmaması için dua ettikten sonra, erkenden kalkabilmek için yattık.
Burada bireysel olarak çok ilginç bir olay yaşadım. Yattıktan sonra birkaç saat geçmiş olacak ki uykum derindi ve olaya erken uyanamadım. Bir an gözlerimi açtım ve başım ağrıyor muydu yoksa son derece uyuşmuş muydu anlamaya çalışırken kafama sert bir darbe aldım. Bir an içimden n’oluyor derken, dışarıya çıt çıkarmıyordum. Gece gece biri soymaya mı gelmişti, dövmeye mi? Yoksa bekçi miydi vuran ya da sarhoşun biri mi gelmişti derken iki tane daha darbe yedim. Sanki biri beyzbol sopasını almış kafama vuruyordu derken bir anlık cesaretle heey n’oluyor dedim ve kafamı çadırdan dışarı çıkardığımda gördüğüm bir kediydi. Evet sadece bir kedi. Bir kedi nasıl böyle bir şeyi yapabilirdi. Ama bir düşününce trafoya girip, koca bir memleketin seçimlerine tesir edebilen bir kedi n’için böyle bir şeyi yapamıcaktı. Bir cesaret bulmuş, uyurken çadırın köşesine dayadığım kafama tekmeler indirmeye başlamıştı. Belki de bayıltıp beni yemeyi planlıyordu. O kadar aç mıydı? Önemli olan soru bu. Yanımızda ki restorana niye gitmedi? Neyse ki artık geçmişti. Biraz sonra sabah oldu ve
Geceleyecek yer ararken sağımızda kalan liman.
kalktık. Bir cami aramaya koyulduk. Bahçesindeki muşmulalardan birkaç tane alıp geri döndük. Bütün Fethiye boyunca muşmula ağaçları görmüş ama kimseden isteyebilecek uygun durumumuz olmamıştı. Evet, yenidünya da nereden çıktı, onlar bizim için muşmula.  Sabah alacakaranlığında, Fethiye’nin sokakları harika görünüyordu. Biraz dolaşma fırsatımız oldu, ardından toplanıp dolmuşların geçtiği yere gittik. Terminale geldiğimizde, dışarı çıkıp bir fırından kahvaltılık bir şeyler aldık ve sonra terminalde yedikten sonra servis kalktı. Artık geri dönüyorduk. Gittiğimizde çok fazla beklemeden uçağa bindik ve İstanbul’a döndük. Muhtemelen ömür boyu unutmayacağımız bir deneyimdi ve artık geride kalmıştı..

27 Haziran 2014 Cuma

Likya Yolu’nda birkaç gün-2

İlk yazıyı okumak için: Likya Yolu’nda birkaç gün-1

Geceleyin ateşimizin başına dönmeden önce komşumuz bize kaçta ayrılacağımızı sorduğunda yedi-sekiz gibi demiştik. Kendisi buna biraz şaşırmış sonra da çocuklarını işaret edip biz öğlene zor çıkarız demişti. Sabah kalktığımızda saat sanırım dokuz civarındaydı ve komşumuz bir şeyler mırıldanarak bizim tarafa gelirken hala ayrılmadığımızı fark etti ve kendisiyle biraz daha konuştuk. Ardından çantalarımızı toplayıp ayrıldık. Doğrusu ilk sabah dışında hep 8-9 gibi kalktık.
       
Kabak Koyu
Normalde bu saatlerde yolda olmayı planlıyorduk ama gün içinde harcadığımız enerjiyi göz önünde bulundurursak bu durum son derece normaldi. Konakladığımız yer Kabak'ın biraz gerisindeydi, dolayısıyla oraya varmamız çok kısa sürdü. Kabak'a vardıktan sonra gördüğümüz manzara harikaydı, biraz izleyip devam ettik çünkü daha çok yolumuz vardı .Kabak'ı geçtikten sonra gördüğümüzse yolumuzun en zor kısmında olduğumuzu açık açık gösteriyordu. Sürekli yokuş çıkmamızın ardından yüzümüzü yıkadığımız çeşmenin başında konuştuğumuz, yakınındaki pansiyonun sahibinin "karşıki dağı görüyor musun? Onun tepesinde bir kulübe var, onu görüyor musun? İşte oraya gidiyorsunuz." deyişiyle derin bir sessizliğe gömülüp yola devam ettik. O dağın tepesine vardığımızda saat akşam sekiz olmak üzereydi ve neyse ki köyü görmüştük.
Bizim olduğumuz dağ ile birlikte uç tarafına ulaşmamız gereken
 dağ, aradaki boşluğu fark edebilen? Buraya kadar çıkmak da
çok kolay değildi.
 Hava kararmasa ya da bir saat daha erken orada olabilseydik, inanılmaz bir manzarası olduğunu tahmin ettiğimiz o dağın ucuna kadar gidip oraya kampımızı kurmayı planlıyorduk. Ancak yolda konuştuğumuz bir köylünün bize o yeşilliklerle kaplı yerin ekin tarlaları olduğunu söylemesiyle, uygun yer bulamama ihtimalini göz önünde bulundurup gitmedik. Köyün bir kenarına doğru geçtik ve güzel bir yere çadırımızı kurduk. Bu arada yolun buraya kadarki kısmı çok yorucu, sürekli yokuş yukarı, hatta bir ara çıktığımızı gerip inip, bir daha çıkmalı ve su kıtlığında geçmişti. Yolun sadece en başı biraz canlıydı hatta pansiyonlara gelip kalan turistlerden bir baba-oğul yukarıdan aşağı dağ bisikleti ile gidiyordu.
Çadırımızı kurduktan sonra, ilk iş sularımızı doldurduk ve yiyecek, içecek bulabileceğimiz köylüleri sormak için köyün imamına gittik. Niyetimiz, köylünün tarlada yetiştirdiği sebzelerden ve kendi sağdığı sütten almaktı. İmamla tanışıp, derdimizi anlattıktan sonra cami cemaatiyle de tanıştık. İmam da cemaate sütü olan biri olup olmadığını sordu, çünkü köyde  hayvanları bağlamadıkları için sütlerini sağmıyorlarmış ve dolayısıyla herkeste süt yokmuş. Olumlu bir cevap gelmedi ve ardından bizi cemaatten birinin evine götürdüler ve bir güzel karnımızı doyurdular. Bence inanılmaz mutluluk verici bir durumdu çünkü, İstanbul'dan üç öğrenci çıkıp, memleketin en güneyindeki dağlardan birinde yolculuk yaparken tanıştığı köylülerle bir anda bu kadar sıcak bir ilişkinin içine girebiliyordu. Bu yüzden benim için bu gezinin en anlamlı kısımları burada geçirdiğimiz akşam ve cuma günü sabahıydı. Her yerde akşam kahvaltısı denen durumun yaygın olup olmadığını bilmiyorum ama bizim oralarda yaygın bir durum. Kekler, kurabiyeler, çökelek, salata, domates, reçel vs. ve çay. Hep beraber oturduk ve sıcak bir muhabbetle vakit geçirdik.
O arada köyün muhtarı ve azaları da geldi. Bu yer dağın en tepesinde olduğu için çok fazla suları yok, suyu kuyulardan motorla çekiyorlar. Burası bizim gittiğimiz yönün en yüksek yeri ancak geride buradan biraz daha yüksek bir yer daha var. Konu önce buraya geldi ve ardından oranın ne kadar güzel olduğundan bahsetmeye başladılar. Ardından yeni gelenlerden biri daha, “yine bir gitmek lazım, görmek lazım” denirken ben oraya ev yapıp, yerleşeceğim dedi. Burada bizim toplumumuzun ilginç bir özelliğinin devreye girdiğini düşündüm. Türkler olarak, yerleşik hayata bir geçmiş pir geçmişiz. Eğer bir yere gidiyorsak, beğeniyorsak oraya ya ev yapılmalı ya da yapma planı yapılmalıdır. Sanki gittiğimiz yere ev yapmazsak bir daha geri dönemeyecekmişçesine göçebe hayata geri döner ve yurdumuzdan olurmuşuzcasına. Tamam biraz abarttım, zaten burası fantezi. Neyse, sonra ev sahibi ve imamla vedalaşıp çadırımıza geri döndük. Burada anlatılacak çook hikaye, çok duygusal şeyler var. Ama acı değil, sadece duygusal. Neyse yine de sizi ağlatmiyim. Çadırımıza geldiğimizde beraber yıldızları izlemeye koyulduk, birlikte türküler okuduk, birbirimizi videoya kaydettik, muhabbet ettik ve sonra yattık. Sabah uyandığımızda camiye sularımızı doldurmaya gittik ve ardından bahçedeki çağlalardan biraz yiyip, imamla vedalaştık. Yolumuzun bundan sonrası hep aşağı doğruydu ama Likyalılar düz yoldan iner miydi? Tabi ki bir iner, bir yokuş çıkarlardı ve bunları yolun en bozuk yerinden yaparlardı. Tabi ki yol derken patikalardan ve hatta bazen olmayan patikalardan bahsediyorum. Çok iyi çözmüşsün Kate Clow deyip devam ederken, sonunda başımıza bir yerde gelmesi gereken geldi ve işaretleri kaybettik. Ardından kaybolmak üzereyken bir çobana denk geldik. Bu aynı gün yaşayacağımız iki yön kaybetme olayından ilkiydi, ikincisi en yorulduğumuz anda ve akşam olmak üzereyken başımıza geldi, beş dakikalık yolu geri dönmek çok koymuştu. Bu arada yol bazen sarp kayalıklardan ve uçurumun dibinden devam etmekteydi. Kayalıkların üzerinde ince bir patika, keskin bir uçurum ve alabildiğine mavi ve yeşil. Buradan devam ederken yolun biraz düzeldiği yerde bir dere gibi bir yer bulduk, çok az su akıyordu fakat o sudan içmek çok tatlıydı. Ayrıca iki dedim ama yolun daha başında bu yola başlarken yani köyden çıkarken de işaretlerin nerede olduğunu bulmamız zaman aldı. Dimdik bir yokuşu inmek zordu lakin, eğer yanlış yoldaysak çıkmak daha zor olacaktı çünkü çantamı bırakıp acaba geride işaret var mı diye bakmaya döndüğümde o kısacık yol için gidip-gelmem yarım saatten fazla sürmüştü. Neyse, burada  geceleyin konakladığımız yer Gey'di ve oradan ayrıldığımızdan beri kaç saat geçmiş ama terk edilmiş olan hariç bir yerleşim yeri görmemiştik. Sonunda öğlen vakti saat iki sularında, güneşin bağrında bir köye susuz ve bitkin girerken karşımızdan gelen çocuk abi çay koyalım mı? bize gelin dedi. O sırada köyün girişindeki camiye gelmiş, çantalarımızı bırakmış ve yüzümüzü yıkıyorduk. Ardından olur deyince çocuk hemen gitti ve biz akan suyun içilip içilmediğini bilmiyorduk. Su küçük bir depodan geliyordu. Biz de durgun ama abdest alındığı için her gün değişiyordur deyip içtik. Arkasından gelen amca da onu içilmediğini söyleyince bunu çok da umursamadık. Çocuğun davet ettiği eve gittiğimizde, bize önce yemek getirdiler, burası önceki gibi değil, bir pansiyondu.  Dolayısıyla çıkarken yemek parası vermemiz gerekiyordu ama onun yerine çocuğa harçlık verdik çünkü kendileri hesabı almadı ve sonra çıktık. Buradan ayrıldığımızda güneş biraz etkisini kaybetmeye başlamıştı. Artık yol toprak yolla devam etmeye başlamıştı ve gittikçe deniz seviyesine doğru yaklaşıyorduk. Saat altı gibi bu günün rotasını tamamlamak üzereydik ama suyumuz bitmişti. Burada bir pansiyon ve otel gördük. Pansiyondan su istedik ve biraz ilerde oturup dinlendik. 
Henüz hava kararmamış, olabildiğince ilerlemeye çalışırken
arkamızda bıraktığımız manzara.
O sırada yanımıza otelde bekçilik yapan aynı zamanda beş-on tane küçükbaş hayvanı olan bir amca geldi. Yarım saat kadar bize içini döktükten sonra yolu sorup vedalaştık. Devam ederken hava kararmaya başlamıştı ve artık çadırımızı kuracak yeri de gözlemeye başlamıştık. Geride kalan üç günde de temel kampçılık kurallarına uymayı becerememiş, çadırımızı kurup yerleşmeyi ancak hava karardığında tamamlayabilmiştik. Zaten ilk gecede, burayı hiç bilmiyoruz gelen olur, giden olur, hayvan gelir vs diyerek nöbetleşe mi uyusak demiş, sonra da amaan hadi yatalım deyip hep beraber uyumuştuk.
Doğrusu burada gördüğümüz buruna gidip çadırımızı kuralım
demiştik ama sonra ilerlemeye karar verdik.
Neyse havanın kararmasına yaklaşık bir kırk dakika kala güzel bir yer bulduk ve odun aramaya başladık. Denizden yüksek ama aynı zamanda dalgaların da duyulduğu bir yerdi. Ateşimizi yaktıktan sonra fark ettik ki karşı tarafta da kocaman bir ateş yakılmış, millet eğleniyordu. Şehrin ışıklarını görmüştük. Aynı zamanda plajı da görüyorduk. Akşam son kalan erzaklarımızı da, sabah için çok az ayırdıktan sonra tüketip, yattık. Buradan sonra Kate Clow'un çizdiği yoldan ayrılıp ayrı bir gün geçirip, geri dönecektik. Bu yüzden artık işaretleri takip etmeyi bırakmıştık ama onlar yine de bizimleydi.

17 Haziran 2014 Salı

Likya Yolu’nda birkaç gün-1

İlk önce Likya Yolu hakkında küçük bir bilgi paylaşıp, ardından anılarımıza geçelim; "Likya Yolu, Türkiye’nin ilk uzun mesafeli yürüyüş yolu olma özelliğine sahip olmakla birlikte 509 km uzunluğundadır. Fethiye’den başlayarak Antalya’ya kadar uzanan ve tarihte Likya olarak adlandırılan Teke yarımadasındaki patikalardan bir kısmının işaretlenip haritalanması ile oluşturulmuş bu yürüyüş rotasıdır. 1992 yılında parkur çalışmalarına başlanılarak 1999 yılında turizme açılmıştır. Günümüzde ise yerli ve yabancı doğa ve yürüyüş tutkunlarına inanılmaz güzellikler sunmaktadır. Tabiatın ve Antik Likya döneminin gizemini biraz olsun yaşayabilmek için Likya yolunda yapılacak keyifli bir yürüyüş, yol üzerindeki turizm amaçlı otel ve pansiyonlar, el değmemiş küçük koylar, fazla insanın yaşamadığı dağ ve ova köylerinden geçerek yolculuğunuzu sürdürürsünüz. Hem günümüzdeki farklı kültürleri tanımış hem de değişik fotoğraflar çekmiş olursunuz. Çeşitli kaynaklarca dünyanın en iyi 10 uzun mesafe yürüyüş rotasından biri olarak gösterilir. Parkurun tamamı işaretlenmiş olup sponsor kuruluşlar ve gönüllüler tarafından bakımı yapılmaktadır. Fethiye’den başlayan yürüyüş yolu üzerindeki bazı antik yerler ise; Sdyma, Pyndai, Phellos, Apelia, Theimussa, Letoon, Xanthos, Patara, Antiphellos, Apollonia, İdyros, Simena, Myra, Limyra, Gagae, Olympos, Sura, Belos, Phaselis ve birçok antik ve yeni yerleşim alanı görmeniz mümkündür. Likya yani Işık Ülkesi günümüz Teke Yarımadasını kapsar. Antalya ilinin batı kesimi, Muğla ilinin güneydoğu ucu. Köyceğiz'den Antalya'ya çekilecek bir çizginin güneyinde kalan kısım Lykia'dır. Batı sınırını Dalaman çayı, doğusunu Phasalis kenti, kuzeyini Akdağ sınırlar.kaynak:likyayolurehberi.com
Sanırım söze şu itirafla başlamalıyım; bu programı daha önce de uygulamayı denemiş ancak hayata geçirememiştim, nasip bu sefereymiş. Böyle bir program nereden esti sorusunun cevabı ise, çocukluğum da saklı. Doğrusu zaten güneyli biri olarak, Likya Yolu'nu daha önceden de duymuşluğum vardı ancak böyle turistik ve bu kadar güzel bir trekking yolu olduğunu bilmiyordum. İlk olarak geçen yıl araştırdığımda gidenlerin anılarına ve fotoğraflarına hayran kalmış ve gitmeyi çok istemiştim ama nasip değilmiş ki gidemedim. Bu yılsa okulun bir haftalık bahar tatilinde ne yapacağımı düşünürken, bir arkadaşıma geçen yıl Likya Yolu’nu yürümeyi planladığımı ama çevremdeki insanların pek bu tarz etkinliklerden hoşlanmadıklarını söylemiştim. Zaten gidebileceğimden de ümitsiz, teklif etmek yerine sadece bahsetmiştim. Gel görelim ki onunla olmadı ama iki başka arkadaşımla gitme kararı aldık. Doğrusu bu süreç benim için çok zor olmuştu ama neyse ki sonunda oldu. İnternetten yaptığım araştırmalara göre herkes sabah uçağıyla ya da otobüsüyle oraya varıp, yürümeye başlıyor ve ilk günün sonunda da kampını kuruyormuş. Ben de buna göre üç günlük bir rota hazırladım ve salı sabahı gidip cumartesi sabahı döneriz diye düşünüyordum. Tabi, bu sadece benim düşüncemdi ve Dalaman’a uçak biletini Pazartesi akşamına aldık. 
Maceramız burada başlıyor. Daha önce kamp yapmamış biri olarak alışverişe birlikte çıktık. Baştan söylemeliyim ki, gezinin maliyetinin yarısından fazlasını uçak bileti oluşturdu. Diğer iki arkadaşımın daha önce kamp tecrübeleri olduğu için malzemeleri hazırdı. Benim için de bir arkadaştan ödünç çanta aldık ve yanımıza iki adet tulum aldık. Bunlara pek ihtiyacımız olmadı ama üstümüze örtü olarak kullandık. Bir kaç parça kıyafetle, birer su ve az miktar erzakla çantalarımızı doldurup yola çıktık. Dalaman’a indiğimizde saat 18:30 civarıydı. Havaş’la Fethiye’ye geçtik. Yolda giderken arkadaşlarım yanlarında oturan adamlarla koyu bir muhabbete girdiler, zaten yol bir saate yakın sürdü. Sonra  o adamlardan biri bizi arabasıyla Ovacık’a kadar bıraktı. Doğrusu, o da geceleyin kampa başlamamıza sıcak bakmamış, hatta bizi ağırlamak istemişti ama biz hamama giren terler diyerek teklifini geri çevirdik ve vedalaştık. Likya Yolu'nun girişine vardığımızda hava kararmıştı. İşin ilginç yanı, daha önce yola hiç gece başlayan birilerini duymamıştım, yolun patika olduğu yere kadar, yaklaşık bir kilometre kadar gece yürüdük. Bu yolu yürümeden önce yolun sol tarafındaki otelin güvenliğine yolu sorduk, o da bize o saatte o yolu yürümekteki kararlılığımızı sorduktan sonra delirip delirmediğimizi sordu ancak bu da bizi kararımızdan döndürmedi. Yine de daha önce görmediğimiz, bilmediğimiz bir yer olduğu için temkinliydik, biraz yürüdükten sonra birkaç çoban köpeğinin bize doğru geldiğini işitince biraz ürktük. Ardından çobana seslendik ve bize yolu gösterdikten sonra köpekleri de bulaşmadı. Yolun patika olduğu yere vardığımızda çadırımızı kurduk ve yattık. Sabah kalktığımızda gördüğümüz manzara bize yolculuğun nasıl geçeceğini anlatır gibiydi. 
Sabah kalktığımızda gördüğümüz manzara. Sağ taraf Ölüdeniz.
Sağ tarafta gördüğümüz yer Ölüdeniz. Yakın olan kısım da yerleşim yerleri.  Biraz manzarayı izleyip, iyice ayıldıktan sonra, bir şeyler yedik ve ardından çantalarımızı topladık, yola koyulduk. Yiyecek planlaması yaparken, rotaların köylerden geçtiğini bildiğimiz için pek su sıkıntısı çekmeyeceğimizi düşünüyorduk ama yemek konusunda çantamıza sadece iki günlük ekmek ve birkaç konserve koymuştuk. Tabi yola çıkınca turistik bir yer haline geldiği için sık sık pansiyon ve evlerinde yeme-içme  hizmeti veren yerlerle karşılaştık. Buralarda ödediğimiz para aldığımız hizmet için çok azdı. İlk gün öğlen oturduğumuz yerde, meyve suyu ve köy kahvaltısına toplamda yirmi lira ödedik, ardından devam ettiğimizde bir köylüden bal satın aldık, sonra bize süt ikram etti ve bir poşette limon verdi ama biz iki tane limon alıp teşekkür edip ayrıldık. Bugün yürüdüğümüz yol biraz yokuştu ama esas tırmanışı sonraki günlerden görecektik. Bugünün rotasında birden fazla köyden geçtik ve yolculuğumuz zor olmadı. Ardından hava kararmak üzereyken Kabak'ın az gerisine vardık ve çadırımızı köyde kurmak istemediğimizden orada kalmaya karar verdik. O sırada beş-on tane koyun güden kadın da bize yer gösterdi ve biraz muhabbet ettik. Çocuklarından, okullarından, oradaki hayattan biraz konuştuktan sonra o ayrıldı. Biz de düzenimizi kurmaya koyulduk. Ulaştığımız yer günün ve kamp yaptığımız yerlerin en güzeliydi. Uçsuz bucaksız mavi ve yeşilin arasında, dağın yamacında kamp kurmuştuk.

Burası kamp kurduğumuz alanın geldiğimiz
 yöne bakan yakası.
Akşam ateşimizi yaktıktan sonra.

           
          Kamp kurduğumuz alanın bir yanına bizden önce Ukrayna’lı bir aile çadırını kurmuş, biz de yamacın diğer tarafa bakan yerine kurduk. Buradaki dizilmiş büyük taşlar ortamımızı çevrilmiş bir bahçeye dönüştürmüştü. Çadırımızı kurduktan sonra Ukraynalı aileyle tanıştık, akşam bizi çaya davet ettiler ve bir saat kadar muhabbet ettik. Kendileri memleketlerinde olan olaylardan dolayı çok üzgünlerdi, Paskalya sebebiyle çocuklarıyla beraber Likya Yolu'nu yürümeye, biraz rahatlamaya gelmişler. Geçen yıl 12 gün rotanın diğer ucundan yürüdük, bu yıl da çocuklarımızla bu tarafından yürüyoruz dediler. 8-10 yaşlarındaki çocuklarla böyle bir yola koyulmak gerçekten cesaret isterdi ve bence bu da bizim tatil kültürümüzle, onların arasındaki fark bence. Onların yanına geçmeden önce ateş yakmıştık, döndüğümüzde başına oturduk ve ardında gökte yıldızlar, ağızda türküler şeklinde iki saat geçirip ilk günümüzü tamamladık.