31 Aralık 2016 Cumartesi

2016 biterken

Sanırım bu yıl herkes için zor bir yıl oldu. Halihazırda savaş ortamında bulunan insanlar, mülteciler, doğal afetler yaşayanlar, terör saldırılarına maruz kalanlar. Bunlarla birlikte bir darbe girişimini ve takip eden sancılı dönemi yaşayan/yaşamaya devam eden Türkiye... Sanırım sayacak şey daha çok ama bir anda aklıma gelenler bunlar.

Bu işlerin düzelmesinin yeni yılla, yeni dönemle alakası yok tabi ama herkes için ortak bir yeniden başlangıç noktası olması, toplumsal bir yönünün olması insana bir şeylerin değişebileceği umudunu veriyor. Doğal olarak. Hayatta bireysel olarak sizin için en uygun ya da en ihtiyaç duyulan zaman neyse o zaman yeni bir sayfa açabilirsiniz ama böyle günler, topluca yeni bir sayfa açma imkanımız olan, dolayısıyla toplum olarak, birlikte ele alınması gereken konular hakkında beklentiler oluşturabileceğimiz günleri teşkil ediyor. Dolayısıyla ümit edilir ki, yeni yılda insanların birbirlerini anlamak üzere daha çok çaba sarf ettiği, savaşların ve terörün bitebileceği bir ortamın oluştuğu ve dertlerimizin de en azından hafiflediği bir seneye sayfa açmış oluruz.

Başta da saymış olduğum, herkesçe malum bu sebepler, küçük büyük her şeyi/herkesi etkilediği gibi, benim de umutlarımı, beklentilerimi etkiledi tabi ki. Bu sayfayı her açtığımda hiçbir şey yapmadan kapatmış olmama da sebepti, yapmak istediğim ama hevesimin kaçtığı birçok şeye de. Umuyorum yeni yıl benim de yeni planlar, projeler yapabilecek motivasyonu kendimde bulduğum, güzel bir başlangıç olur.

Bu arada izlediğim filmlerden, dinlediğim müziklerden, okuduğum kitap ve dergilerden ve birkaç blogdan bir şeyler paylaşmak istedim. Zaten bu yazının amacı da biraz buydu.

-Bloglardan takip edip, gördüğüm ve sonra benim de gelecek planlarım arasına giren Van olayından başlayayım önce.

http://www.go-van.com/categories/stories

Daha iyi bloglar da vardı ama bu da durumu anlamak için yeterli. Sanırım Van'ları oda şeklinde döşeyip, uzun yolculuklar yapmak US'de popüler. En azından bana öyle göründü. Bunun teknik ve pratik yönden TR'de ne kadar yapılabileceğini bilemiyorum ama ben kendim için Ege kıyılarından başlayıp, Antalya'nın doğusuna uzanan iki aylık bir deneyimin hayalini kuruyorum.

Buna benzer bir diğer beklentimse bir sahil şehrinde en azından yazlarımı geçirip, istediğim her şafakta denize açılabileceğim mütevazi bir kayığımın olması. 

-İkinci olaraksa, yayına Periscope üzerinden başlamış olan medyascope.tv nin kültür&tarih programı benim için internetin güzel şeylerinden biri oldu. Her iki haftada bir yayınlanan programlara buradan -> kültür&tarih ulaşabilirsiniz, kanalda başka güzel yayınlar da mevcut tabi. Benim kültür&sanat'taki favorimse; 16. yy. akdeniz'inde casusluk

-Bu yıl takip etmeye başladığım iki dergiyse Magma ve Notos. Tabi ki ikincisini uzun yıllardır biliyorsunuzdur ama Magma yeni bir dergi sayılır. Coğrafya ve kültür ağırlıklı, takip edilesi bir dergi.  Notos, dosya konusu ilgimi çektikçe takip ettiğim, malumunuz olduğu üzere bir edebiyat dergisi. Sanırım ondan bahsetmeme gerek yok.

-Kitaplara gelecek olursak, Koç Üni Yayınları'ndan çıkan Floransa ve Bağdat, Doğu'da ve Batı'da Bakışın Tarihi, Albert Hourani'nin History of Arab Peoples ve Yaşar Kemal'in Binboğalar Efsanesi bu yıl elime geçtiğine çok memnun olduğum üç kitap. İlki İbn'ün Heysem'in camera obscura'sından Rönesans'a "bakış" ı inceleyen, bir bilim tarihi kitabı. İkincisiyse benim bir hocamın, Arap tarihi hakkında yazılmış en iyi kitap diye tavsiye etmesinin ardından edindiğim, ilgilisi için çok değerli bir kitap. Üçüncüsü de Türk Edebiyatı'ndan, bu yaşıma kadar okumamış olduğum, Yaşar Kemal'in yazmayı kendisine borç bildiğini belirttiği, Anadolu'da yörük kültürünün akıbeti üzerine yazılmış bir roman.

-Bu yıl en çok dinlediğim parçalardan birkaçını da buraya koyuyorum. Baştan söylemek gerekirse bunların dışında yeni dinlediğim birçok şarkıya dünyadan sesler aracılığıyla ulaştım. Özellikle sonbaharda dinlenecek şarkılar listesi başarılıydı. Buraya yazdıklarım daha çok zamanla seçmiş olduğum, benim zevkime genel olarak uyan eserler.

Eleni Karaindrou'yu Angelopoulos filmleri izlemiş olanlarınız zaten çok dinlemiş olmalı. Çünkü birçok filminde Eleni'nin müzikleri var. Benim en beğendiklerimden biri;



Ve tabi ki buraya bir Feyruz şarkısı da koymalıyım. Kim şu şarkıyı sevmez ki;


Buraya bir de Wes Anderson filmlerinden bir soundtrack gelecek;
*Wes Anderson filmleri izlemeyi ihmal etmeyin;)

Ve son olarak insanı biraz hipnoz eden bir parça koyalım:)



Sanırım bu yazıyı bitirirken de film tavsiyesi yerine şu yazıyı koyabilirim;
https://frenkyemisi.blogspot.com.tr/2016/01/muzik-dans-cingeneler-ve-tony-gatlif.html


Umarım güzel hayaller kurduğunuz, güzel hayallerinizin gerçekleştiği ve noksansız herkes için hayırlı gelişmelerin olduğu zamana açılan bir yıl olur. 

6 Kasım 2016 Pazar

Muhammed: Allah'ın Elçisi filmi

Mecidi’nin filminin Türkiye’de vizyona girmesi epey vakit aldı. Vizyona girdiğinden beri de çoğunlukla Sünni kaynaklara uygun olup olmadığıyla alakalı olarak tartışılmaya devam ediliyor. 
Filmi izleme fırsatı bulana kadar bu tartışmalara mümkün olduğunca kulağımı tıkamaya çalıştım. Muhtemelen sonrasında da bu eleştirilerin çok kâle alacağım eleştiriler olmayacağını düşünüyordum. Çünkü Türkiye’de üreten insanlara karşı alınan tavır genellikle yapıcı olmaktan uzak. Mesela bir Türk filmi ya da yabancı film için; toplumumuzu şöyle yansıtıyor, bize bunu demek istiyor deyip art niyet aramalar, taraf almalar gani.
Bu konuyu geçip filme geliyorum. 
İlk önce şunu belirtmem gerekir ki Mecidi gerçekten büyük çaba sarf etmiş ve büyük bir iş ortaya koymaya çalışmış. Eleştirirken bunları görmezden gelmek haksızlık olur. Ön çalışmalar, senaryo çalışmaları, film için kurulan aynı zamanda bu gibi çalışmalara ev sahipliği yapabilecek film platosu vs. bunlar epey emek isteyen ve zahmetli şeyler. Bunlar biliniyor ama yine de belirtmem gerekir diye düşündüm.
Ardından filmi izlerken beğenip beğenmememle alakasız olarak aklıma gelen şeylerden birisi şu ki, sinemanın bir kültürü yansıtmadaki önemi çok büyük. Konu ne olursa olsun bir şekilde anlatıcıyı yakalıyorsunuz ve ona dair düşünceleriniz oluyor. Böyle bir filmin İranlı oyuncularla, Farsça çekilmiş olması eminin onlar adına bir gurur kaynağıdır. (Tabi film İran'da da en az Tr'de olduğu kadar hararetli tartışılıyor)
İlk olarak şunu fark ettim ki filmi izlerken konu hakkında ön bilgiye sahip olmakla olmamak arasında çok derin farklılıklar var. Mecidi’nin bunu aşamadığı yerler var ki, bazı yerlerde temel bilgileri koymuş, sebep sonuç ilişkilerini biz kuruyormuşuz gibi oluyor. Bense sinemaya giderken, filmin bunları aşıp, kitaplarda bulamadığımız yerlere doğru da gidebilmesini bekliyordum. O anlamda hayaller-gerçekler durumu oluyor biraz:)
Ayrıca sosyolojik durumdan haberdar oluyor muyuz, evet ancak bunları anlatmaya çalıştığı yerler, bize genellik ifade etmekten ziyade, arada meydana gelen hadiseler gibi görünüyor. Bunun yanında peygamberin kişiliğini aktarmaya çalıştığı sahneler bir ön bilgi olmadan düşününce anlamsızlaşıyor.
Tabi  peygamberin filmde nasıl yer alacağı sadece bu filme ait bir tartışma konusu değilken, Mecidi onu altyazılarla konuşturarak bu problemi aşmaya çalışıyor. Bunun verdiği zorluk sebebiyle de olacak ki, bu kısımlar biraz daha zayıf kalıyor. Bir an sessizlik olması, diyalogların yetersiz kalması. Bu sahnelerde insan hep acaba başka nasıl bu durum aşılabilirdi diye düşünüyor. 
Son eleştirim biraz subjektif mi, yoksa teknik mi emin olamıyorum ama; film yaparken kendi toplumundan daha genel bir kitleye hitap ediyorsan, en azından "anlatıcı" bulunan kısımları, yani doğrudan izleyiciye bir söz söyleyen ve duygu taşıması beklenen konuşmayı kurgularken o dili bilmeyenlere de dinletmek gerekir bence. Çünkü kendi dilinde o duyguyu yükleyen sesin aktarmaya çalıştığı his dışarıdan aynı şekilde algılanamayabilir. Benim de, Farsça güzel bir dil olmasına rağmen filmin başında sese takılmış olmam dikkatimi çekmişti. 

26 Ekim 2016 Çarşamba

Bir film, bir konser

Geçen hafta bu ay planlarım arasında olan iki etkinliğe katıldım ve bunlar hakkındaki düşüncelerimi yazmak istedim. Çarşamba günü Akbank Caz Festivali kapsamında "Amr el Saffar ve Two Rivers" konserine gittim ve cumartesi günü de Fatih Akın'ın Elveda Berlin filmini izledim.

İlk olarak şunu söylemeliyim ki burada tam anlamıyla bir film eleştirisi gibi bir şey yazmaktan ziyade izlediğim bir film hakkında düşüncelerimi yazmaya çalışıyorum. Yani biraz daha basit ve kapsamsız yazdığım için filmin hikayesinden çok fazla bahsetmiyorum. "aman dur, spoiler" falan diyecekler için. Dolayısıyla bu yazıyı da biraz öyle değerlendirebilirsiniz.


Elveda Berlin

Filmin afişi çok güzel değil mi? Renk tonları...
Film problemli bir aileye sahip ve arkadaşları tarafından pek fark edilmeyen bir öğrenci olan Maik'in sınıfa yeni gelen ve herkesin iletişim kurmaktan kaçındığı Tschik'le arkadaşlık -ve bence büyüme- zamanlarını hikayelendiriyor. Arkadaşlıkları için gelişen koşulların onları izlemesi keyifli bir yolculuğa çıkardığı filmin zayıf yönleri de dikkatten kaçmıyor. Neyse ki ilerleyen hikayeyle birlikte film bunların görmezden gelinebileceği bir akıcılığa kavuşuyor.

Son zamanlarda şöyle suya sabuna dokunmayan, okuduktan/dinledikten/izledikten sonra aman bir de bu dert var demediğim pek bir şeylerle karşılaşmışlığım yok doğrusu, muhtemelen karşılaşmışlığımız. Fatih Akın'ın Wolfgang Herndorf'un Elveda Berlin isimli kitabından uyarladığı bu film de hiç bir şeye dokunmuyor değil ama en azından hoşunuza gidebilecek bir biçimde dokunuyor. Ayrılırken yüzünüz gülüyor. --> şöyle bir diyalogdu herhalde; "Görünmüyorsun Maik, kendini göstermen lazım."

Bir yol filmi olarak beni şaşırtmasını beklediğim bir hikaye peşinde değildim zaten. Dolayısıyla beklenmedik, orijinal hadiselerden ziyade bu hikayenin nasıl işlendiği ilgilendiriyordu beni. Filmin ilk on beş dakikasında hayal kırıklığına uğradığımı düşünmüştüm doğrusu. Ses kurgusu çok rahatsız ediciydi ve  bu aradaki diyaloglardan, klişelere ve kamera açılarına kadar birçok olumsuz ayrıntı dikkat dağıtıcıydı ancak daha sonra film toparladı ve sona kadar iyi biçimde geldi. Birbirine hiç benzemeyen karakterlerin kurduğu ilişkiyi, bu süreçteki olgunlaşmayı takip ettiğimiz ve yer yer de görsel şölenlerle karşılaştığımız kısımlar beklendik ama filmin duygulara doğrudan nüfuz ettiği dakikalardı. Dolayısıyla izlemeye değen bir filmdi ancak Fatih Akın'ın daha önce izlediğim filmlerinden de biraz uzaktı.

*Filmi Boğaziçi Üni'deki sinema salonunda seansları hâlâ devam ederken izleyebilirsiniz.


Amir el Saffar ve Two Rivers

Festivalin en sevdiğim sloganı buydu.
Caz müzik konusundaki bilgimin çok fazla olmadığını önden belirtmem gerekir. Dolayısıyla bu festivaldeki çoğu sanatçıyı önceden tanımadığımı da. Bildiğim, biraz dinlediğim iki kişi dışındakiler hakkındaki bilgim Youtube temelli:) Bu iki kişinin de konserine sadece ön taraf biletleri kalmış olduğu için internetten dinlerken beğendiğim birkaç kişi arasından zaman, mekan diyerek elerken kalan son kişi olan Amir el Saffar'ın 19 ekimdeki konserine biletimi aldım. 
Doğrusunu söylemek gerekirse açılış tam bir hayal kırıklığıydı. Adeta bir ses cümbüşü. Sanki bütün enstrümanlar ayrı ayrı kendisini tanıtıyordu ama hiçbiri diğerinin varlığından haberdar değildi. Açılış faslını geçtikten sonra bu durum biraz düzeldi. Aslında böyle bir giriş biraz doğal ama bunu olumsuz yapan ayrıntı daha genel bir problemdi. Amir el Saffar'ın yaptığı müzik biraz daha oryantal tınıya sahip ve haliyle kulağa daha yumuşak gelirken orkestranın güçlü sesi ikili arasında bir uyumsuzluk oluşturuyordu. Özellikle saksafonun dominant melodisi diğerleriyle uyumdan uzaktı ancak bunu orkestranın kendi arasında çözmüş olması ilerleyen parçalarda seslerin daha uyumlu olduğu bir müzik dinlememizi sağladı. Sonuç olarak caz müzikte yenilikçi olarak bilinen bir sanatçıyı tanımış olmak benim için geceyi güzel kılan bir ayrıntı oldu.



Not: Bu arada bence uzun uzun bir şey yazmaya değmeyeceği için şöyle bir not olarak belirteyim. İstanbul Cofee Fest sanırım katıldığım en balon festivaldi. Kahveseverler için hazırlanmış bir festival görünümünde ancak yeni başlayanlara hitap eden seviyede bir organizasyondu bence. Orada tanıtılan bütün kahveleri de, yapımlarını da biliyordum. Ayrıca Kronotrop diye bir kahvecinin baristası beni görmezden geldi. Bunun gibi terbiyesizlikler de gözden kaçmadı. 

21 Ekim 2016 Cuma

Yine konuyu dağıttım ama;
Hayat hikayelerini okumayı, dinlemeyi, izlemeyi severim. Sinema zevkim de daha çok buna dayalı. Sıradan ya da basit olanı sinemaya aktarmak sıradan bir iş olmuyor. Aksine onu yakalayabilmek, bir anlam yakalamak ve hikayelendirebilmek ayrı bir değer ifade ediyor. Aida Begic'in Çocuklar filmi, yedi kısa filmden oluşan Havana'da Yedi Gün, The Darjeeling Limited ya da Yaşamın Kıyısında benim sevdiğim örnekler.
Bunların yanında West Beirut ya da Inside Llewin Davis gibi bir dönemi ele alan filmlerden de benzer şekilde zevk aldığımı söylemeliyim,

7 Ekim 2016 Cuma

Ekim'de İstanbul

Bu ülkede en sevdiğim şehrin Antalya olduğu beni biraz tanıyan herkesin malumudur. Yazıyla, kışıyla, bilhassa nisan ve eylül aylarıyla. Yıllardır vaktimin büyük çoğunluğunu geçirdiğim İstanbul'a da duygusal bir bağlılık hissetmememin sebebi bu alakayı bütünüyle Antalya'ya vakfetmiş olmam olabilir. Ancak geçen yılların ardından (e artık epey yıl geçti) geriye dönüp baktığımda da, burada ekim ayının benim için hep ayrı bir telaşla, tebessüm içinde geçtiğini anımsıyorum. Belki her seferinde yeni bir döneme, başka yeniliklere başlıyor olmamın etkisi vardı. Ancak şu da var ki, buraya has olan, burayı İstanbul yapan şeyleri bu konuda göz ardı edemem.

Yeryüzünün her karışı sanatçıya ilham olabilse de, sanat eserinin bizlerle buluştuğu yerler genellikle sınırlı. İstanbul'un bununla buluşabildiğimiz yerlerden biri olması da burayı benim için önemli kılan sebeplerden biri. Bana daha çok hitap eden, Filmekimi, caz festivali, kahve festivali ve ekimde gerçekleşen diğer etkinliklerse benim için senenin bu vaktini öne çıkaran şeylerden.


Uzun zamandır her sene ekim ayı dolu dolu, hareketli geçen bir ay olarak geride kalırken, bu sene ekim ayı listemde olanlarsa şöyle;

Filmekimi İstanbul'a geldim geleli neredeyse her sene birkaç film izlediğim, her seferinde de tadı damağımda kalan festival. Türkiye'de genellikle gösterime girmeyen, hatta bazılarını daha sonra internette (Amazon'dan, Ebay'den bahsediyorum:)) ) bile bulamadığınız filmler ya da bazı ülkelerin Oscar adayı filmleri burada izleyiciyle buluşuyor. Bu yıl bilet aldığım filmlerse; Satıcı, Sieranevada ve Olli Maki'nin En Mutlu Günü.

Geçen yıl ilki Haydarpaşa'da düzenlenen İstanbul Coffee Festival'e katılamamıştım ama bu kez orada olmayı planlıyorum. Cuma, 15'te :)

Akbank Caz Festivali'yse 12 Ekim'de başlıyor. Aklımda birkaç konser var ama biletlerimi henüz almadım. Tavsiyelerinizi de değerlendirmek isterim;)

Bunların dışında da izlemek istediğim üç film var; Kalandar Soğuğu (e tabi ki), 30 Eylül'de vizyona girmiş olan Fatih Akın'ın filmi Elveda Berlin ve 28 Ekim'de vizyona girecek olan "Muhammed" (nihayet!).

9 Ağustos 2016 Salı

Petra ve Vadi Rum



Sanırım Ürdün deyince akla ilk gelen yer Petra'dır. Benim de buraya gelmeden önce en çok merak ettiğim yer Petra'ydı ve bayram tatilinde iki günlük bir programa dahil olup, gezme şansını bulduk.

İlk gün sabah erkenden Petra'ya doğru yola çıkıp, ikindiye doğru Vadi Rum'a gidip, orada geceledik. Sonraki günün sabahında Akabe'ye gidip, akşamına da Amman'a döndük. Akabe kısmından bahsetmeyeceğim, zira pek de anlatılacak bir şey yoktu:)

Petra konusu açılınca en çok konuşulan şeyin bilet fiyatı olduğu söylenebilir. Çünkü bir günlük bilet 50 dinar (=~200TL) ve çoğu kişi bu parayı ödemek istemiyor. Ayrıca yerlilerin ve burada okuyan öğrencilerin 1 dinar'a girebiliyor olmaları da bunda etkileyici bir unsur. Ben, saz arkadaşımla;) bu konuda bir tereddüt yaşamadım, nihayetinde burada o kadar para harcadıktan sonra, dünyanın yedi harikasından biri olan Petra'dan sakınmak olmazdı.

Petra





Bilet aldığınız yerden Petra'nın girişine kadar yaklaşık bir on dk. yürüyorsunuz. Ardından yaklaşık bir buçuk kilometrelik, güzel bir kanyondan geçerek Petra'ya giriyorsunuz. İki tarafı yüksek, güneşe göre toprak ve gül rengi alan, üzerlerinde yer yer deve ve aslan işlemeleri, oymaları olan kayaları ve yol boyunca iki yüzünde de devam eden su oluklarını izleyerek, o Indiana Jones'tan da bilinen o en meşhur yere, El-hazne'ye çıkıyorsunuz. 


El-hazne'nin inşa şekli uzun yıllar gizemini korumuştu. Nasıl yapıldığına dair farklı teoriler ortaya atıldıktan sonra, en güçlü kanı yukarıdan başlayarak, aşağıya doğru yapılmış olduğu oldu. Bunu karşısına geçip de, kendisine bakarak hayal etmek, farklı bir duygu cidden.

El-hazne'yi anlamak için buranın biraz yerlilerinden, tarihinden bahsetmek lazım. Petra'nın içindeki El-hazne takriben iki bin yıl önce Nebatiler tarafından inşa edilmiş. M.Ö. 400'den M.S. 106'ya kadar burada yaşadığı düşünülen Nebatiler'in Petra'sı, bir ticaret merkeziymiş. Paganlar, Mısırlılar, Yunanlılar vs. buraya ticaret için gelmişler. Gelen ticaret kervanları bahsettiğim kanyondan geçerek şehre giriyorlarmış. 

Bu durumun El-hazne'nin üzerindeki figürleri de açıkladığını söyleyebiliriz, çünkü üzerinde sadece Nebatilerin tanrılarının değil, Paganların, Yunanlıların ve Rumların da tanrılarının figürleri bulunuyor. Dinen de etkilenmiş olmaları ihtimal dahilinde olsa da, bunun esas sebebinin iyi ticari ilişkilerinin olmasına bağlanıyor.


İki binli yıllara yaklaşırken El-hazne'nin içinde ne olduğu, ne anlama geldiği hala gizemini koruyordu. Mimarisindeki incelik ve hassaslığı dolayısıyla rahatça girilip, araştırılma yapılamıyormuş sanırım ama yakın zaman önce içeride eski krallarının mezarlarının olduğu anlaşılmış.



Tabi, El-hazne Petra'nın tek varlığı değil. Altyapısıyla, çarşısıyla, tiyatrosuyla, bahçeleriyle bir şehir. Devam ettiğiniz zaman karşımıza ilk önce pazar alanı çıkıyor. Buradan farklı yerlere, ibadethaneye, kurban alanına, evlerin olduğu yerlere geçebiliyorsunuz.



İbadethaneye 800 basamaklı bir merdivenden çıkarak ulaşabiliyorsunuz. Kurban alanı da benzer şekilde. İçeride yönlendirici levhalar olmadığı için bir bir yerden çıkmaya başladık ve ulaştığımız yer kurban alanıydı. Petra'ya çok fazla turist geliyor ve içerisi epey kalabalık oluyor ama buraya çıkarken epey sakindi. Yol üstünde hediyelik eşya satan, küçük bedevi çadırlarını görüyorsunuz, şanslıysanız birilerini de musikilerini icra ederken yakalayabiliyorsunuz.


Şehir sadece pazar alanını çevreleyen yerlerden oluşmuyor, epey büyük bir alana kurulmuş. Kurban alanına çıkarken, bir tepeye çıkıyorsunuz ve arkasından inerseniz, bahçelerin de olduğu evleri ve yine farklı amaçlarla kullanılan, kayaların içine yapılmış yerleri görebiliyorsunuz.


İçeride develer ve eşekler dolaşıyor, eğer isterseniz onların üzerinde de bazı yerleri gezebiliyorsunuz. Biz artık çıkmak üzere geri dönerken deveye bindik, benim için bir ilkti. El-hazne'nin önünde inip, son bir kez daha onu izledikten sonra, Petra'dan ayrıldık.




Vadi Rum



Vakit akşama yaklaşırken Vadi Rum'a yeni varmıştık. Burası bir çöl. İnsanlar bedevi hayatını görmek, çöl kumunu görmek ve bir gün vakit geçirmek için buraya geliyorlar. Biz de gün batımından yarım saat kadar önce jiplerle çöle doğru ilerlemeye başladık ve güneş batarken de bir yerde durup, günbatımını izledik. Bu arada Arabistanlı Lawrence filminin çöl sahneleri de burada çekilmiş diye notumu düşeyim.



İnsan çöl deyince buğday sarısı bir kum denizi bekliyor ama burası öyle değil. Zaten büyük kayalar çok sık var ve yer yer de küçük otlar görebiliyorsunuz. Buradaki en güzel anımız gün batımını izlerken beş altı deveyle birlikte kayaların arasından çıkıp gelen bedeviyi gördüğümüz andı. Yanımızdan geçip gidene kadar onları izlemekten kendimizi alamadık (dikkat ederseniz videoda görebilirsiniz).



Benim ilk çöl deneyimimdi ama ona rağmen, organizasyon çok başarılı olmadığı için beklentilerimin altında kaldı. Birincisi biraz geç kalmıştık, araçlarla fazla ilerleyemedik, ikincisi geri  döndüğümüzde ortam çok hoş değildi. Kaldığımız çadırdan, gece yaptıkları eğlenceye kadar sûni olan hiçbir şey güzel değildi. Tabi biz de çıkıp ay ışığında biraz çöle doğru ilerleyip bir iki saat yıldızları izleyerek sohbet ettikten sonra, yatmak üzere geri döndük. 

Doğrusu farklı programlara dahil olup giden arkadaşlarıma sorduğumda genel olarak burası hakkında daha güzel yorumlar dinledim. Dolayısıyla belki farklı bir bir organizasyonla daha güzel bir deneyim de olabilirdi. 

Sonraki sabah erkenden Akabe'ye doğru yola çıkıp, akşama da Amman'a dönerek gezimizi sonlandırdık.



Doğrusu Petra'yı gördükten sonra daha çok sevdik. Gerçekten görülesi bir yer. Oradayken epey etkilenmiştik. Vadi Rum da sonuç olarak güzeldi ama böyle bir şeyi deneyimlemek için çok daha güzel yerler olduğu söyleniyor. 

5 Temmuz 2016 Salı

Ürdün Notları

Ajlun Kalesinden; Arkada silüet haline görülen dağlar Golan Tepeleri

İki gün sonra Ürdün'e gelmemin üzerinden üç hafta geçmiş olacak. Buraya Arapça yaz okulu için geldim. Ürdün Arapça öğrenimi açısından en popüler ülke. Duyduğuma göre eskiden Suriye'ye gidiliyormuş en çok ama bütün dünyanın gözü önünde gerçekleşen ve devam eden malum olaylardan dolayı uzun zamandır Ürdün tercih ediliyor, ardından da Fas.

Buraya gelmeden önceki beklentilerimizle burada bulduğumuz birçok şey iyi ya da kötü bir şekilde farklı çıktı. Öncelikle onu söylemeliyim. Havasından, suyundan, şehir hayatına kadar.

İlk olarak yolculuğumdan bahsedeyim. En ucuz bileti Ukrayna aktarmalı bir hava yolundan bulduğum için, Antalya-İstanbul-Kiev-Amman şeklinde bir rotayla neredeyse iki misli yol katettim:) ama dört arkadaş geldiğimiz için çok sıkıcı bir durum olmadı. Gece yarısına yakın Amman'a indik.

Havanın sıcak olmasını bekliyorduk ama Amman'a
indiğimizde bizi serin bir hava karşıladı.

Ürdün'ün yüz ölçümü çok büyük değil. Yolların çok düzgün olmadığı ama Amman'dan en güneye üç buçuk saat gibi bir sürede gidildiği söyleniyor. Bizim de buraya geldikten sonra gittiğimiz ilk yer kursun gezisiyle yaklaşık bir saat uzaklıktaki Ajlun Kalesi oldu. Bu Selahaddin Eyyubi'nin yaptırdığı bir kaleymiş. Tepede, dört tarafı da açık, çevresini iyi gören bir yer. Rehber bu taraf Irak, bu taraf Filistin derken bulunduğumuz yerden görünmeseler de farklı duygulara kapılmaya başlamıştım ama benim için en etkileyici olanı Golan Tepeleriydi, yani doğrudan görebiliyorduk. Şu arkadaki dağlar Golan Tepeleri dediği sıralarda sanırım buradaki en güzel vaktimi geçiriyordum. Benim burada en çok etkilendiğim şeydi. Uzun uzun izledim. (Yani nasıl bir sebebi olabilir bilemiyorum. Bir coğrafyayı elinin altında hissetmek, buna benzer bağlar kurabilmek, o topraklara basıyor olmak ya da oranın kendine has bir ruhu olması vs. neden bilemiyorum ama )

Ajlun Kalesi
Ajlun Kalesi'nin girişi





















Aynı gün Ürdün yemeklerini de tatma fırsatımız oldu. Biladü'ş-Şam'ın yemek kültürü hemen hemen aynı. Türkiye'de ilk önce Lübnan yemekleri olarak tanımaya başladığımız ama şimdilerde Suriyeli lokantalarının da açılmaya başlamasıyla daha çok yaygınlaşan yemekler yani. Genelde nohuttan yapılan, humus, falafel vb. ve bizim alışık olduğumuz kebap türleri.

Biz Şam derken Suriye'nin başkentini kastediyoruz ama oraya Dimeşk (ing: Damascus) diyorlar. Şam yani Biladü'ş-Şam (Şam Devletleri) Suriye, Lübnan, Ürdün ve Filistin bölgesinden oluşuyor. Bu bölgenin yemekleri ve kültürü aynı. Arapça öğrenirken dil fusha (akademik diyebiliriz) ve ammice (halk arasında konuşulan dil) diye ikiye ayrılıyor. Yani gramer kuralları  vs. fusha ile alakalı, diğeri bulunduğu bölgede, zaman içinde dilin toplum içinde basitleşmesiyle alakalı ve bu her Arap ülkesinde birbirinden farklıyken, Biladü'ş-Şam'da aynı.



Ürdün'de çöl iklimi hakim olduğu için albenili bir doğaya şahitlik edemiyorsunuz. Toprak kuru ve bazı yerlerde havada toz bulutu görmemiz çok olası bir şey. Temizlediğimiz yer birkaç gün geçmeden hiç dokunulmamış gibi oluyor. Bunun yanında altyapı ve su problemleri var. Altyapı çok hassas ve suyu apartman depolarına dolduruyorlar. Tabi böyle şeyler günlük hayattaki alışkanlıkları da ona göre etkiliyor.

Gündüzleri kuru ve çok sıcak olan hava akşamları yerini serinliğe bırakıyor. Onun da etkisiyle Ramazan'da hayat iftardan sonra sahura kadar canlı oluyor. İnsanlar ışıklarla apartmanlarını vs süslüyorlar, o anlamda gayet güzel bir atmosfer var.

Bu ekmeklerden üç-dört tanesi 45 kuruş (=~2TL)
Ya da 25'li krep 50 kuruş. 1Dinar=4TL

Su gibi sıkıntılı meselelerdeyse devlet desteği var. Su sınırlı ama ödenen miktar da sınırlı ve makul. Ekmek için un Amerika'dan geliyor ve devlet desteği olduğu için epey ucuz. Aynı şekilde buradan petrol çıkmamasına rağmen, o da epey ucuz.

Bu konuların dışındaysa ekonomik olarak kendi kendilerine  yetiyorlar sanki, yani farklı devletlerden birçok Arap burada yaşıyor ve şu anda bu coğrafyanın en iyilerinden birisi olduğu söyleniyor. Bunun dışındaysa mülteci problemi yaşıyorlar. Ülke nüfusu 8 milyona yakınken, 500 binden fazlası mülteci, nüfusa oranları epey fazla. Bunun yanında Suriyeli'ler buradaki ilk mülteciler değiller. 68'den beri buraya Filistinli mülteciler de gelmişler. Ürdün'ün gerçek yerlileri nüfusun yüzde otuzunu falan oluşturuyor, yalnız bu oran sadece mültecilerle alakalı değil, burada bulunmaları epey eski tarihlere dayanan nüfusun oranı. Burada nüfusun büyük çoğunluğu bir aşirete mensup ve aşiretler aktifmiş.

Şehir merkezinde, Mescid-i Hüseyin

Turizmin Ürdün'ün önemli gelir kaynaklarından biri olduğu söyleniyor. Birçok şey turist odaklı, hemen hemen her dükkanın adı İngilizce de yazıyor. Aynı zamanda şimdiye kadar gördüğüme ve duyduğuma göre insanlar epey samimi. Doğal olarak İngilizce bilen nüfus oranı da yüksek, mesela taksicinin sizinle İngilizce konuşması çok olası. Aynı zamanda ilkokuldan itibaren tamamen İngilizce eğitim veren okullar mevcut.

Şehir çok büyük gerçekten.
Amman nüfusun yarısını taşıyan bir başkent olduğu için Ankara gibi bir şehirle karşılaştırılabilir. Şehir hayatı bizimkinden epey farklı. Akşam çıkalım, bir yerlerde yürüyüş yapalım gibi bir düşünce ya da buna uygun bir ortam yok. Kendine has bir kimliği olan bir iki cadde var mesela Şeria (Cadde) Rainbow gibi batılı tarzda ama bizim için çok tatmin edici değil.

Amman'da trafik büyük problem
Burada bütün apartmanlar aynı renk, özel bir taşla kaplılar. Bu yasal bir zorunluluk.
Evler ayrı ayrı güzel görünüyorlar ama bütüne bakınca aynı şeyi göremiyorsunuz.

Nargile kafeler dışında, özellikle daha çok gençlere hitap eden pek bir sosyalleşme ortamı göremedik henüz ama bunun yanında en çok dikkatimi çeken şeylerden bir diğeri de semt pazarı diye bir şeyle hiç karşılaşmamış olmam. Sorduğum bir iki kişi de zaten öyle bir şeyin olmadığını söylemişti.

Bu arada hafta bize göre pazar günü başlıyor ve perşembe günü bitiyor. Yani burada p.tesi sendromu yok ;))

Burada ay daha mı yakın ne;)

*Fotoğrafları telefonla çektiğim için, çok kaliteli değil maalesef

Son olarak burada Ramazan ayını 30'a tamamlıyoruz :) Yani bize bugünde Ramazan, yarın bayram:)

Bu duruma dinlediklerime göre yorumum şöyle; Bize göre herhangi bir yerde hilalin görünmesi sonraki günün bayram olması için yeterli, dolayısıyla biz teknolojiye göre değerlendiriyoruz ve 29. günde hilal Güney Amerika'da da görünüyorsa sonraki günün bayram olması için yeterli. Dolayısıyla bu uzun zaman öncesinden bilinebiliyor. Araplarsa kendi bulundukları yerden görünmesine göre bunu belirliyorlar. Bu yüzden bayram 29. günde belli oluyor. yani o gün ikindi vakti hilali gördülerse sonraki gün bayram, göremedilerse sonraki gün oruç, bir sonraki gün bayram oluyor. Ben şahsen bu farklılıkta nasıl bir problem var anlamadım. İkisi de hoş. Bizimkisi teknolojiye riayet ediyor, Araplarınkindeyse bir doğayla iç içelik, asıl referans noktasıyla doğrudan bir bağ var.

14 Mayıs 2016 Cumartesi

Ahlak, etik, haya ve edep

İki hafta önce bir arkadaşım Kenan Gürsoy'un Itır Erhart, Ahmet Sait Akçay ve Semih Yücel ile birlikte konuşmalarından derlediği, Etik ve Tasavvuf isimli kitabını hediye etti ve ben de bu kitabı okuyana kadar aralarındaki farkı pek düşünmemiş olduğum bu kavramlar üzerinde de durulduğunu görünce bunları anladığım kadarıyla buraya da yazayım istedim.

Ahlak, etik, haya ve edep günlük hayatımızda çok sık referans verdiğimiz ama birçoklarımızın farklı anlamlar yüklediği ya da aklımızda muğlaklığı devam eden kavramlar. Dolayısıyla düşündüm ki böyle bir şeyi buraya aktarmam, hem bu kavramlar kafasında muğlak olanlar için biraz netleşmelerini, hem de üzerine biraz düşünmemizi sağlar.

İlk önce kitaptan biraz bahsedeyim. Kitabın adı etik ve tasavvuf ve bu kitapta teori üzerinde duruluyor. Yani temel kavramların ne olduğunun, bunların birbiriyle ve tasavvufla ilişkisinin, bu konulara nasıl yaklaşılabileceğinin konuşulduğu bir kitap. Benim bu yazdıklarım beş bölümden oluşan bu kitabın iki bölümünün küçük bir kısmından çıktı. Kitabı da okumanızı tavsiye ederim.

İlk olarak ahlaktan bahsetmek gerekirse, ahlakın öznesi insandır ve ortada kişinin kendi iradesi olmalıdır. Ahlakta aşkın öğe ve içkin öğenin birlikte bulunması gerekir. Yani aşkın öğe, kişinin kendisini ona karşı sorumlu tuttuğu ödevler, değerler, normlardır ve içkin öğe de insanın kendisidir. Yani değer ve ödevler alanının ve özgür ve bilinçli sorumluluk alanının bir arada bulunması ahlak için gereklidir. Bunların ikisinden birisi olmazsa, o zaman ahlaktan bahsedemeyiz. Şu da önemli bir nokta, kişi bir şeyi ahlaki sorumluluk olarak görüyorsa bu evrensellik/evrenselleştirilebilirlik içermelidir. Mesela çalmamak için; sadece ailesinden, çevresinden değil, kimseden çalmamak ve bu eylemin başkalarının da gerçekleştirmesinin aynı şekilde önemli olması. Tabi genelleştirdikçe toplumlar arası fark söz konusu olabilir, mesela saygı duymak derken, saygı algısı ve buna bağlı olarak eylem toplumdan topluma değişen bir şey olabilir ama burada önemli olan öz, eylemin gerçekleşme şekli değil.

Etik ve ahlakın arasında normalde fark görülmüyor ama ahlak sadece sosyal alışkanlıklara, örflere ve adetlere indirgenirse, o zaman etik ayrı bir şey olarak kalır. Yani baştaki şekilde bilinçlenmiş, sorumlu bir ahlak kişisini önde tutar etik. "Etik, beni aktör kılan, benim sorumluluğum açısından konuyu gündemde tutan bakış açısıdır." (s.202)

Haya mahrem alanın korunmasıyla alakalıdır. Yani onunla aranızda engel olmasa bile sizin o alandan iradenizle uzak durmanız gerekir. Mesela otobüste yanınızdaki kişinin yazdığı mesajı okumaya çalışmak ya da telefonla konuşana birinin konuşmasına kulak kesilmek haya sınırını aşan şeyler. Hatta karşımızdakinin utanacağı bir şeyi bildiğimiz halde bunu fark ettirmemek de aynı şekildedir.

Edep eşyaya olan saygıyla alakalıdır. Yani insana karşı, doğaya karşı, kendisine karşı sorumluluğu, onunla iletişimi. Haddi de, mesela yaşlı bir insanla nasıl muhatap olunacağını da içerir.

Bu kavramların doğal olarak birbirleriyle kesiştiği yerler çok tabi ama kitapta konuşulanlardan anladığım kadarıyla kendi genel hatları bu şekilde ifade edilebilirler sanırım.

Felsefeyle ilgilenen, okuyan arkadaşlar için basit gelmiş olabilir belki ama yine de umuyorum eksikleri değerini düşürmemiştir ve faydalı bir yazı olmuştur.

9 Şubat 2016 Salı

İran Gezi Notları


İran'da henüz pek fazla turizm olmadığı için hostel olaylarının falan da pek gelişmemiş olduğunu duymuştum. Aynı zamanda birkaç arkadaşımın söylediğine göre burada Couchsurfing (Cs) kullanımı çok fazlaydı. Dolayısıyla biz de Cs'den birileriyle iletişime geçmeyi daha mantıklı bulduk. Aynı zamanda bu gezinin amacı için de daha uygun bir durumdu.

Doğrusu ilk başta niyetim bir doğru ekspresine binip, Kars'ta ya da Erzurum'da kayak yapıp, aynı şekilde geri dönmekti. Fakat sonra İran'a vize olmadığı için, neden oraya da gitmiyorum ki dedim:) ve plana İran'ı da ekledim. Ardından trenin Van'dan olduğunu öğrenince Kars'tan Van'a geçmeyi düşündüm ve sonra da bir arkadaşa söyledim. Başta planımız böyleydi ama sonra öğrendik ki geçen yaz tren seferleri durmuş, biz de uçak bileti aldık aynı gün:) Yani plan epey değişti.

Aman Tahran'da ne yapacaksınız, oralar tehlikelidir, gidecek yer mi kalmadı gibi sorulara karşımdakilerin içini ferahlatacak cevaplar vermeye çalışırken, neden gittiğimi de pek düşünmemiştim doğrusu. Bunu gitmeye iki gün kala fark ettim:)) Sonuç olarak amacımız görülmesi gereken yerlerden ziyade oradaki hayatı merak etmemizdi biraz.

TAHRAN

Cuma gecesi 4 gibi Tahran'a indik. Burada bir iki saat bekledikten sonra bir döviz ofisine uğrayıp, sonra da taksiyle Tahran metrosuna gittik. Daha ilk anda İbrahim Tatlıses, Ebru Gündeş falan duymaya başladık:)

Darband'dan dönerken. Burada sadece sarı taksiler çalışmıyor.
Herkes arabasına birisini alabiliyor.
İran'da taksi çok kullanılıyor ve bize göre epey ucuz. Aynı zamanda şehir içindeyken tek başına binmek yerine, birileriyle paylaşıyorsun. Böylece daha ucuza geliyor.

Taksiden indikten sonra taksiciden buluşacağımız arkadaşımızı aramasını rica ettik ve onunla buluşacağımız yeri belirlerdik. Daha sonra onunla Darband Dağına gidip biraz tırmandık ama hiking gibi değil. Burası kanyon gibi bir yer ve sağında solunda kafeler var. İnsanlar oturup muhabbet ediyorlar. Tahranlıların gidebileceği pek bir yer yok zaten bunun dışında. Özellikle akşamları buralar kalabalık oluyormuş.

Tahran'da pazarın olduğu meydana arabalar girmediği için
böyle ücretsiz bir servis var
Çoğu gezide olduğu gibi ilk gün planlamasını çok iyi yapamamıştık ve bu anlamda vaktimizi çok verimli kullanamadık ama zaten bu gezinin çıkış sebebi orada görülmesi gereken yerlerden ziyade biraz sosyal hayatı falan görmek istememizdi. Bu yüzden bu durum çok problem olmadı. Çok planlanmış bir gezi olmadığı için nerede ne yapacağımızı, neyle karşılaşacağımızı pek bilmiyorduk. Biraz gezip gördüğümüz her şey sürpriz oldu. Bunun yanında buluşacağımız arkadaşlardan birisi bize bir gezilmesi gerekenler listesi falan yapıp vermişti, bahsettiğim plan da o.

Burada buluştuğumuz arkadaşın adı Hakan. Darband'dan sonra o bizi bir iki yere götürdü ve akşamleyin de kalacağımız yere gittik. Burası biraz misafir evi gibi bir yerdi, biraz da yeraltı. Yani atölyeler falan yapılıyor salonunda ama diğer odasında da oturup muhabbet ediyorsun ve arkaya çıkan odada da sonra biz yattık. Buraya insanlar takılmaya falan geliyorlar, turist falan çok olmadığı için herkes bizimle muhabbete girişti. Birkaç saat konuştuktan sonra yattık.

İkinci gün burada Sadabad Sarayı, Gülistan Sarayı, Şah camisini ve pazarı gezdik. Aslında Türkiye'de bunların daha güzellerine şahit olduğumuz için pek hoşumuza gittiğini söyleyemem. Mesela Sadabad Sarayı bizim cumhuriyet dönemi mimarisine benziyor (yani pek bir şeye benzemiyor :), beyaz tuğla duvarlar falan).

Gülistan Sarayı- Ana Salon


Gülistan Sarayı

Tabi burayı gezmekle iyi mi ettik kötü mü ettik sorusuna gelince, bence görmemiz iyi oldu. Çünkü burası her ne kadar aklımızda yer eden klasik bir başkent havası verse de, eylemlerin de yapıldığı, muhalif fikrinde geliştiği bir yer sanki. Bundan ne kadar emin olabileceğim tartışılır tabi ama görüp-konuştuğumuza göre öyle. Ne kadar şu anda politik baskı üst düzeyde olsa da, mesela 7 yıl önceki seçimlerde muhalifler aleyhine hile yapıldığında şiddetli protestolar burada olmuş.

Tahran'da ilk dikkatimizi çeken şeylerden birisi dil konusuydu. Nüfusunun %20'sinin Azeri olmasıyla Türkçe bilen çok sayıda insan var, bizim buluştuğumuz arkadaş Türk değildi ama onun da Türkçesi iyiydi.

Kapalı Pazar

İkinci olarak Tahran'da hava kirliliği çok fazla. Bu yüzden zenginleri Darband dağının yakınlarında yaşıyorlar. Orası biraz temiz. Sokaklarda maskeyle dolaşan insanlar görebiliyorsunuz. Biz gittikten iki hafta önce de bir haftalığına hava kirliliğinden dolayı okullar tatil olmuş.

Bu arada insanların giyimi de çok dikkat çekici, aslında kadınların desem daha doğru. Tabi ki Tr'de ve başka birçok yerde sanıldığı gibi herkes dindar değil, hicap giymeleri ya da örtülü olmaları bu anlama gelmiyor. Başlarını örtmek zorunlu mu evet, tam örten var mı, hayır. Yani buna ne kadar güvenilebilir bilmiyorum ama arkadaşın söylediğine göre, burada evinde içki olmayan neredeyse yokmuş (kendileri yapıyorlar), namaz kılan çok az insan var ve özellikle gençlerde dini hassasiyet yok. Yani ben bu duruma şaşırmadım ama gördüğüm kadar çok ciddi bir oranla karşılaşmayı da beklemiyordum. Yasak olmasına rağmen el ele tutuşup gezen sevgililer görmeniz normal, daha sonraları duyduğumuza göre kızlı erkekli;) yaşayanlar da çok.

Bir de kafeler falan tamamen gençler için, yani öyle yerlerde buluşup sohbet ediyorlar. Liseler kız-erkek diye ayrıymış aslında ama insanlar parkta bahçede karşılaştıklarında birbirlerine numaralarını falan verip tanışıyorlarmış. Zaten anladığıma göre herkes birbiriyle içli dışlı, insanlar birbirleriyle iletişime geçmekten çekinmiyorlar, yani bu herkes için böyle. Bu anlamda samimi, hoş bir durumları var.

Sanırım devlete göre illegal olan birçok şey insanlar arasında yaygın. Tabi sadece bahsettiklerim değil. Mesela pazarın ortasında açık artırma vardı. İllegal olduğunu düşünmek mümkün değil, herkes orada ve ulu orta. Ben de birkaç fotoğraf çektim fakat 3.den sonra fark eden birisi bana doğru bağırmaya başladı ve birkaç kişi başıma toplandıktan sonra fotoğrafları sildim:)

Kurutulmamış hurma Tr'de pek olmuyor, burada bol.

Ceviz vs'li zeytin ezmesi
Çaya gelince:) çayları bizim yeşil çay açıklığında oluyor ama tadı çok farklı değil. Yani biraz daha yumuşak geldi bana ama yaklaşık olarak aynı. Bunun yanında bir safrandan şekerleri var macun gibi onu içine koyuyorlar bir de kıtlama şeker yanında. Bu safran konusuna daha geleceğim:))

Gün sonunda Tahran'dan gece otobüsüyle İsfahan'a geçtik.

İSFAHAN
Şah Camisi- Nakş-ı Cihan Meydanı
Buradan konuştuğumuz arkadaşı sabah 6 gibi aradık ve doğrudan onun evine gittik. O da işe gittiği için erken gitmemiz problem olmadı. Sonra çantalarımızı bırakıp gezmeye başladık.

Tahran'da çantalarımızla gezmiştik ama zaten kendimizi sırtçantalı olarak hesap ettiğimiz için bu problem olmadı. Yani 6 kiloluk falan bir çanta çok problem olmuyor. Zaten bir eksiğimiz olsa oradan alabilirdik ama hiç ihtiyaç duymadık.

İsfahan'da gezilecek yerler birbirine çok yakındı. Kaldığımız ev de öyle ama oradan taksiyle ayrıldık. Çünkü bir tümen veriyorsunuz 15-20 dk'lik yürüme mesafeleri için (1.2 tümen 1 lira).

Hasht Behesht Sarayı

Nakş-ı Cihan Meydanı sanırım en önemli kısmını oluşturuyor buranın. Benim için İsfahan denilince akla gelen yer burası. Tabi adını bilmiyordum önceden. İçinde Ali Kapı, pazar, Şah ve Şeyh Lütfullah camilerinin bulunduğu yer. Bunun dışında Cuma Camisi  (Jame Emam) ve iki tane tarihi köprü var görülmeye değer. Bu listeye bir de daha sonra öğrendiğimiz Ermeni mahallesi dahil oldu.

Nakş-ı Cihan Meydanı

Nakş-ı Cihan Meydanı

İsfahan'a iki gün ayırdık fakat Ermeni mahallesi dışında hepsini ilk günde gördük, onu da ilk gün sonunda eklemiştik listeye. İsfahan'a iki gün ayırmak fazla değildi çünkü buraları ikinci defa görmeye değer bulduk. Sakince bir defa daha görmek bazı şeyleri anlamak adına daha iyi oluyor. İlk kez görmekle, ikinci defa gidip gözlemlemek daha farklı şeyler.

İran'ın el işi halıları

İlk günün sonunda epey yürümüştük, belki 12 saat boyunca falan ayaktaydık ve pek de bir yere oturmadık çünkü Zek yemek yemeyen birisi ve benim de çok iştahım olmadığı için bir şey yemedik ama akşamleyin eve gitmeden geleneksel bir şeyler deneyelim dedik, pişman olduk:). Yani burada yemeğin tuzu safran, tatlının şekeri safran. Her şeye öyle safran koyuyorlar ki, ikimiz de aldıklarımızı yiyemedik. Safranı sadece dondurmada sevdik. Neyse yanımızda bisküvi vs. tarzı şeyler vardı onlarla geçiştirip, eve doğru yöneldik.


Çeşit çeşit baharatlar. Sanırım bu adamı baharatları
tanıttığı bir videoda görmüştüm.

Bahsettiğim köprüler de gezdiğimiz yerlerle evin ortasındaydı ve gerçekten çok güzeldiler. Akşamleyin hem manzarası çok güzel oluyor hem de insanlar buralarda buluşuyorlar. Biz çok şahit olmadık ama gençler buralarda takılıyormuş genelde, şarkılar, türküler falan...

Khaju Köprüsü

Gördüğünüz iki hicaplı kadın polis. Kadınları uyarıyorlardı.
Anlayınca biraz ürktüm önce, insan kadınların üzerindeki
baskıyı daha iyi anlıyor.
Eve gittiğimizde küçük bir sürprizle karşılaştık, önceki günlerde ayrılan Couchsurfer'lar geri gelmiş, bir anda altı kişi olduk:). Bu aslında bizim için güven veren bir durum. Sonra onlar takılmaya çıktı biz de geçip yattık. Zaten yine de herkese yer vardı.

Siosepol Köprüsünün altı

İsfahanda'da Cs'den bir arkadaş bulmuştuk, sabahleyin yeni tavsiye aldığımız bir iki yeri dolaştıktan sonra onunla hem burayı hem de Ermeni mahallesini ikinci defa dolaştık. Ermeni mahallesi denilen kısım biraz daha modern ama böyle otantik kafeler yoğunlukta. Sabah da gitmiştik ama akşamleyin o sokaklarda dolaşmayı çok sevdim. Zaten buluştuğumuz çocuk da biraz kültürlü biriydi, 4-5 saat muhabbet ettik buraları dolaşırken.

Sadece 3-4 Türk Lokantası gördük ve hepsi Ermeni Mahallesindeydi:)

İsfahan'da derin bir sessizlik hissettiğiniz tepe.
Sanki burada kimseler yaşamıyor gibi sokaklar boş.

Buranın insanlarıyla Tr'nin insanları arasında karakteristik olarak çok benzerlik var. Sadece karakterimiz değil tabi ondan fazla durdurup yol soran, fotoğrafımızı çeker misin deyip (kamerayı göstermesinden anlıyorum), tabi dediğimde yüzü değişen birçok insanla karşılaştık. Buluştuğumuz arkadaşlar da aynı şeyleri söyledi.

Turistlere karşı epey yardımsever davranıyorlar, birisine yol sorduk adam bizi arabasıyla bıraktı:) Türkçe bilmiyordu ama Türk dizilerini sayabiliyordu:) Ya da bir başkası sorduğumuz yere kadar eşlik etti. Buluştuğumuz arkadaş bizi bilet almaya götürdükten sonra bıraktı falan. Sadece turistlere karşı değil, kendi aralarında da böyleler anladığım kadarıyla.

Bizi arabasıyla köprülere bırakan adam, dondurma da ısmarladı.
El kol hareketiyle anlaştığımız için tehlikeli anlar da yaşadık:)

Tabi kötü ya da hoşumuza gitmeyen şeyler de yok değil. Mesela her yere giriş 20 tümen. Tamam tarihi falan ama bir Sultanahmet'e para vermeden girdiğimiz için yarısı kadar olmayan yerlere para vermek zorumuza gitti biraz ve bu standart yani İsfahan ve Şiraz'da, iyi yer de 20 tümen, kötü yer de.

Şunu fark ettik ki, genelde devlete muhalif olanlar Türkleri-Türkiye'yi seviyorlar. Bu oranın ne kadar yüksek olduğunu Tahran'daki örnekten dolaylı olarak anlayabilirsiniz. Öte yandan muhalif olmayanlar tahmin edilebileceği gibi dindarlar, yani İslam Cumhuriyeti olması gereğiyle, dindarların ya da muhafazakarların daha çok desteklediği bir rejim. Bunun aksi örnekler bulunabilir tabi ama ekseriyetle böyle.

Aynı zamanda birçok kişide milliyetçi tutum görülebiliyor. Yani dindar olmayanlar büyük tarihlerine tutunuyorlar, dindarlar da bugünkü devletlerine. İlki biraz kültürel bir tutum da sayılabilir ama dindarlarınkini epey milliyetçilik olarak gördüm. Ve aynı zamanda epey politikler de.

Yanlışlıkla cami bahçesi sanıp dolaşırken bir din okulunun bahçesine girdik, orada birisi bizi selamladıktan sonra iki üç adam da yanımıza geldi ve birisi hemen politika konuşmaya başladı. Tabi İngilizce bilme oranı epey düşükken, din adamları falan Arapça-İngilizce biliyorlar. Mesela bunların hepsi biliyordu. Adam hemen Tr İşid'e yardım ediyor mu, öyle diyorlar, petrol alıyormuşsunuz öyle duyduk, yok İran şöyle çok doğru yapıyor, biz şuna yardım ediyoruz açıkça da söylüyoruz, Suudlar çok kötü, en büyük düşman İsrail falan diye bütün ezberlerini hararetle savunduktan sonra konuşmasını karşılıksız bırakarak ancak ayrılabildik. Bir yandan da aslında ana akım gibi görünen, İran'ın bütününü temsil eden bu görüşün savunucuları İran'da sayısal olarak azınlık durumdalar. Öte yandan da genel anlamda hepsinde bir milliyetçi damar var. Politik durumlar insanların buna yaklaşımının şekillenmesinde önemli olmuş tabi ki.

Buradaki insanlar genel olarak Araplar'a karşı üstün olduklarını düşünüyorlar. Onları küçümseme de var, İran'ın kaynaklarının oralara gitmesinden yakınan da, kendi tarihi değerlerini sahiplenmelerinden rahatsız olanlar da. Bunun yanında kendilerini de büyük tarihleriyle övüyorlar. Ben bu anlamda biraz Tr'yle benzerlik görüyorum. Tr'de dindarlarda İslam bayrağını taşıyan biziz, yüzyıllarca bu bizden soruldu olarak görülebilen üstünlük düşüncesi, İran'da devrimden sonra yetişen nesilde özellikle, bizim büyük tarihimiz var, onlardaysa hiçbir şey şeklinde yansımış.

Bu arada şunu söylemeliyim ki, insanlar devrimden sonra dindarlığın azaldığını, devlete tepkinin dine de tepki olarak yansıdığını söylüyorlar. Zaten devrimden sonra yetişen neslin durumundan da bu görülebiliyor.

Bu konuda diyeceğim o ki, burada insanlar devrime devrim yapalı çok olmuş. Ne yasaksa hepsine toplum kendi çapında bir çözüm bulmuş. Söylediklerine göre evlerinde içkileri kendileri yapıyorlar, uyuşturucuya kolay ulaşılabiliyor vs. bu listeyi epey uzatabiliriz.

YEZD

Yezd'in tarihi sokakları

Buraya da sabahleyin vardık ve doğrudan şehrin tarihi kısmına gittik. İsfahan'daki arkadaşımızla yemek konusunu konuştuğumuzdan bize kahvaltı için bir yer tavsiye etti ve oraya gittik. Bakalım nasıl bir şey dediğimiz kahvaltı mercimek çorbası çıktı. Ama buna üzülmedik tabi ki, burada yiyebileceğimiz bir şey bulduğumuza sevindik:) İranda pek bir kahvaltı kültürü yok, damak tadımız epey farklı olduğu için yemekleri de bize uymuyor. Aslında kebap falan yapıyorlar ama onların dışında bir şey yok diyebiliriz. Ekmek olarak lavaş tarzı ekmeklerden yiyorlar, fırından bunlar çıkıyor.





Art Cafe ve orayı işleten genç.
Genel olarak insanların hayatları biraz modernlikle eski arasında değişen bir yerde. Bunda ambargonun etkisi var tabi ki. Arabaları, teknolojik ürünleri diğer ülkelerden getiriyorlar. Ww gibi firmaların bayileri yok burada. Arabalar genelde eski. Bakıyorsunuz, bir yandan eski arabalar, öte yanda Iphone'lar, bir yanda seyyar satıcılar, el işi yapanlar, öte yanda lcd tv'ler falan.

Yezd'in sakin sokaklarında işini yapan bir zanaatçı
İngilizce konuşması şaşırtmıştı doğrusu, bir o kadar da
bu huzurlu görüntü.
Bu arada İran'daki ekonomik olarak kötü koşulların sebebini sorduğumuzda devrim diyenlerin yanında ABD'nin güçlü olması tezini savunan da vardı (yani tabi ki sadece 4-5 kişiyle bu şekilde uzunca konuştuk). Yani sadece devrim sonrası kötü yönetim değil, onların iyi bir çizgiye gelmesine mani olmaya çalışan karşı güçler tezi. Ama problemler daha çok İslami Cumh.'le alakalı. Yani insanlar fakirlikten çok baskıdan şikayetçi.

Okuldan çıkan bir kız grubu. Ancak bu kadar çekmeye cesaret edebildim.
Ardından dört-beş adam gelip ne yaptığımızı sordu zaten ama turistiz
falan deyince gittiler. Bunun yanında Zek olumsuz düşüncelerimin
hiç doğru çıkmadığını söyleyerek onun için gelmediklerini düşünüyordu.
Neyse Yezd'de kahvaltı yaptıktan sonra sokaklarında dolaşmaya başladık. Zaten en güzel şey de buydu ve dolaşmak istediğimiz yerlerin de biri ikisi hariç hepsi yakındaydı.



İran'da genel olarak hava çok güzeldi, adeta bir yaz havası vardı ama sadece gündüzleri:). Gece gündüz keskin şekilde değişen bir iklimi var. Zaten Güneye doğru inince çöllere de yaklaşmış oluyorsunuz. İsfahan Yezd arasında, Yezd Şiraz arasında çöl turları falan düzenliyorlar.


Yezd de bu çöllerden birine kurulmuş bir şehir yani. Gezdiğimiz yerdeki sokaklar tamamen kerpiçten yapılmış. Toprak evlerin arasında dolaşıyorsunuz. Bunların birçoğunda insanlar yaşıyor tabi ki. Ama muhteşem bir sessizlik hakim. Sanki kimse yok gibi. Bu İsfahan'da ve Yezd'de çok hissedilen bir durum.


Bu sokakların arasında Art Cafe diye bir kafe var ve bu tek katlı evleri bunun üzerinden izleyebiliyorsunuz. Yani bir çay-kahve alıp bu hoş mekanda vakit geçirmek epey keyifli. Biz buraya bir gün içinde, bir de gün batımında geldik. Zaten bu sokakları da üç dört defa dolaştık. Hatta İsfahan'da kaldığımız evde tanıştığımız bir Cs ile burada da üç defa karşılaştık yani o derece. Ve sonra düşündük ki zaten amacımız her yere girmek çıkmak değil, o sırada yaptığımız şeydi ve biz de listede aslında önemli olan bir iki yeri çıkardık.


Art Cafe'den manzara. Gördüğünüz baca gibi yapılar
havalandırma içinmiş.
Burada epey Zerdüşt yaşıyormuş ve Ateşgede diye, ateşin hiç söndürülmediği bir tapınakları var. Biz de onu görmeye gittik ama Dakhme diye daha ünlü olan, ölülerini bıraktıkları bir yer var, oraya gitmedik. Ateşgede'den sonra aynı yere döndük, biraz daha dolaşıp, bir şeyler yedikten sonra terminale geçtik.

Gezdiğimiz yerler arasında buranın en güzel şehir olduğunu söyleyenler vardı. Doğrusu ben de sokaklarında dolaşırken içimde farklı hislerle dolaştım. Yani farklı bir atmosferi olan, insana başka bir yere geldiğini hissettiren bir şehir. Ama burada kimseyle tanışmadığımızdan mı bilmiyorum, öyle bir kıyaslama yapmadım.

İnsanlar poz vermeyi seviyorlar:)

Bir caminin bahçesinde vaktini örgüyle değerlendiren amca:)

Aslında burada da iki gün kalacaktık ama zaten merak ettiğimiz yerleri defalarca gördükten sonra gerek kalmadı. Biz de Şiraz'a doğru yola çıktık.

ŞİRAZ

Shrine Camisi

Şiraz'da bir ailenin yanında kalacaktık. Akşamdan onlarla konuştuk ve sabahleyin bizi terminalden aldılar. Evlerinde kahvaltı yaptıktan sonra adam işe gittiği için babası bizi Persepolis'e götürdü. Öğlen sonuna kadar falan gezdikten sonra geri döndük.




the eagle griffin- Persepolis





the treasury of persepolis (Google'a göre Kış Sarayı)


Bizi Persepolis'e götüren amca



Onlarda öğle vakti işe ara veriyorlar saat 1 gibi, daha sonra 4 gibi yeniden gidiyorlar. Adam yeniden işe giderken bizi de çarşıya bıraktı. Biz de pazarını falan gezdikten sonra Shrine diye bir camiye gittik.

Şiraz'da pazarın arkasında böyle bahçe gibi bir yer var

Galiba İran'da gördüğümüz en güzel cami buydu. İşlemeleri, renkleri, farklı bölümlerindeki farklı tasarımlar falan epey güzeldi. Burada iki saat falan takıldık yani. Önce namaz vakti olduğu için benim de kameramı görünce almak istemediler içeri, sonra da çalışanlardan birisi Türk çıktı ve bizi içeri aldı. Sonra kamerayla yakalandık ama aynı abi bizi yine içeri aldı:)) ve sonra geri döndük eve.

Shrine Camisinin iç kısmı

Fotoğrafta da görüldüğü gibi camide namazdan sonra kadınlar erkekler her yerde oturabiliyorlar. Yani kadınlar için ayrı bölüm var ama insanlar eşleriyle vs. aynı yerde oturup konuşmaya falan devam ediyorlar. Bu tarafta namaz kılan da gördüm. Bu durum diğer camilerde böyle çok fazla görülmüyor ama, bir sosyal ortam da var her zaman. Girip çıktığımız her camide bir çay ikramı falan oldu mesela.

Shrine Camisi


Shrine Camisi

Shrine Camisi

Shrine Camisi
Döndüğümüzde ailenin büyükleri falan evdeydi, İngilizce bilmiyorlardı ama evin hanımının kardeşi de geldi sonra ve o da İngilizce bildiği için epey koyu bir muhabbet döndü. Bu arada fark ettim ki misafirperverliğin dinle falan pek bir alakası yok. Çünkü bizi evlerine davet edenlerin hiçbiri dindar değildi, gezdiğimiz çocuklardan birisi zannediyorum dindardı biraz. Mesela arabasıyla gideceğimiz yere bırakan adam da dindar değildi, bu özellik toplumun yapısıyla, coğrafyayla mı, geçmişten öğrenilegelen şeylerle, kültürle falan mı alakalı bilmiyorum.

Ama bir Mevlana nereli muhabbeti döndü:)) Bu soruyla ilk defa karşılaşmadık zaten, ben de biz çok takmıyoruz bunu dediysem de beni Türk olduğunu savunmaya zorladılar:)). Altta kalmadım ama argümanları gayet mantıklıydı.

Bu ailenin de ilginç bir Tr macerası olmuş. Bundan bahsetmeyeceğim ama şunu söylemeliyim ki; İranlı=ajan yargılamasına maruz kalmadan dönmemişler:)) sanırım buna bu kadar değinsem yeterli.

Bu arada yine de Tr'yi epey seviyorlardı. Orada inanılmaz derecede Tr dizisi izleniyor yine ama sadece bu değil, Tr malları genel olarak çok rağbet görüyor. Bir kıyafet Tr malıysa pahalı ve değerli, ya da mobilya, halı vs. Mesela kadın "bu halının Tr malı olduğunu görünce hemen aldım" dedi, "bu dolaplar mdf, Tr'den, yani kaliteli" diye anlattı.

Bu ailede sanırım biraz zengindi, iki katlı, aileleriyle yaşadıkları bir apartmanda, dağın yamacına yakın bir mahallede yaşıyorlardı. Sonraki gün bize birkaç yer söyleyip gitmek istediğimiz yerlerden birine bıraktılar. Biz de en son Hafız'ın mezarına gittik ve sonra dönüş yoluna çıktık.

Kısacası İran gezisi farklı, güzel bir deneyim oldu. Kafamızdaki bazı soru işaretlerini gidermek, oraları, orada yaşayanları da daha iyi anlamak adına faydalı oldu.